Wednesday, October 9, 2013

Stanley Brinks


2008 kışı çok gri bir kıştı. İş yerinde sağa doğru bakınca geniş bir caddeye bakan pencerelerden finans merkezi Frankfurt’un cam, çelik ve betondan yapılmış kulelerini, sol tarafa doğru bakınca da dar bir sokağa bakan pencerelerden çaresizliğin yüzünü görüyordum. Sağ tarafta gökdelenler, sol tarafta ise aşağıda, pencerinin hemen karşısında, beş-altı metre ileride, uyuşturucu bağımlılarına, evsizlere yardım eden bir kilise kuruluşunun pencereleri ve kapıları panjurlarla kapatılmış bürosu vardı. Onun hemen bir bina ötesinde ise kahverengi binasıyla Casino Royal. Bu iki binanın arasındaki reklam panolarında ise genellikle konser duyuruları olurdu. O kış Anna Netrebko kışıydı. Aylar önceden bu ünlü Rus sopranonun verecegi konserlerin duyuru afişleri asılmıştı.


Uyuşturucu bagımlılarına, evsizlere yardım eden kilise kuruluşuna öğlen çalışanları daha gelmeden, kapının önünde oturup ya da yatıp bekleyen bir iki kişiyle birlikte o saate kadar tamamen hareketsiz olan sokakta ufak tefek kıpırtılar başlardı. Öğleden sonra saat henüz dört olmadan kararmaya yüz tutan hava ile birlikte ekrandan başımı çevirip aşağıya baktığımda ise gelen iki rahibenin aşağıda kahve dağıtmaya başladıklarını görürdüm. Sonra yine hemen hergün o saatlerde sessizlik bir ambulansın sirenleriyle bozulur, büronun hep kapalı duran kapısı açılır, kapıda bekleyenler yol açarlar ve ambulanstan çıkan iki hastabakıcı ve bir doktor büroya girerler, az sonra da bir sedye ile birlikte çıkarlardı. Kapının önünde bekleyenler geri çekilirler, sanki hepsi kendi kaderlerini izliyorlarmış ve günün birinde o ambulansla gidenin kendileri olacaklarını biliyorlarmışcasına birbirlerine sokulup, sessizce ambulansın gidişine bakarlardı. Ben ise pencereden aşağıya, sokağa bakar ve bu gördüklerimi kanıksamanın imkansızlığını düşünürdüm.

2008 kışından geriye kalan, pencereden hergün izledigim o trajedi, Casino Royal, yağmur, grilik ve Anna Netrebko afişleriydi. Ama o yıl aynı zamanda Herman Dune yılıydı. Hayatın bu trajik ve trajik olduğu kadar da absürd gündelik ritmi içerisinde Next Year in Zion albümünden dinlediğim herhangi bir şarkı günümü aydınlatırdı. Bütün yıl bu albümü dinledim. Daha sonra Herman Dune grubunun belkemiğini oluşturan iki kardeşten küçüğü olan David’in bu albüm hakkında şunları söylediğini okuyacaktım: “Bu benim mutlu olduğum bir dönemde yazdığım ilk albüm. Daha önce şarkı yazmak icin hüzünlü ya da en azından melankolik olmak gerektiğini düşünürdüm. Doğru değilmiş bu meğer!” Gerçekten de albümün en çok dinlediğim şarkisi “My Home is nowhere without you” başta olmak üzere sanki bütün şarkılar, dinleyici hesaba katılmaksızın, kendi kendine mırıldanırmış gibi başlayıp, naif bir doğrudanlıkla yolunu buluyor, sadece sıradan ve anlık insanlık durumlarından sözetmelerine rağmen, bir geçmişi ve bir geleceği olan gerçek hayatlardan söz ediyorlarmış izlenimini yaratıyorlardı. Bu şarkılara insanın hayatında bu kadar kolay bir yer açabilmesinin en önemli nedeni sadece pop motiflerine göz kırpmaları değildi. Galiba asıl sahicilikleriydi bu şarkıları bu denli güzel yapan.

Daha sonra Herman Dune’un 1999’dan itibaren yaptığı albümlerin aşağı yukarı hepsini dinledim. Ama sonuç olarak bütün bu Herman Dune serüveni içerisinde 2006’da gruptan ayrılıp, yoluna sürekli değiştirdiği adlarla devam eden ve sonunda az cok Stanley Brinks adında karar kılan Andre Herman Dune benim icin kalıcı bir ilgi olarak varlığını sürdürdü. Sadece müziği ile değil piyasa ve pazarlama ile kurduğu ya da aslında hiç kurmadığı ilişki biçimi ile sadece sözde değil, gerçekten alternatif bir müzisyenin nasıl olması gerektiğini gösteriyordu Stanley Brinks. Bunu belki şöyle açıklayabilirim: Köşedeki küçük bir dükkanda sadece doğal maddelerle ürettiği malları satan, ama aslında hasretle bir süpermarketler zinciri kuracağı günleri bekleyen birçok girişimci ruhun yanında o, Avrupa’da endüstrileşme dönemine kadar bir kalfanın usta olabilmesi için şart olan bir geleneğin, yani sokak sokak, şehir şehir, ülke ülke dolaşıp “bir hırka, bir lokma” karşılığı yardım ederek, becerisini geliştiren o zanaatkarlık geleneğinin inatçı bir halefi gibidir. Solo ya da farklı birçok müzisyenle yaptığı ve senede üçü dördü bulan albümlerinin tamamını ister interneten ücretsiz dinleyebilir isterseniz de on euro karşılığı satın alabilirsiniz. Konserleri genelde küçük salonlarda hatta kafelerde gerçekleşir. Stanley Brinks yaratıcılığın ölçüsünün tüketimle eşitlendiği 21. yüzyılın son bohemlerindendir.

Ve derkeeen... Geçen ay Stanley Brinks ani bir kararla, tek bir konser için eski limanda, artık kullanılmayan fabrika binaları ve hangarlarda kurulmuş, şehrimizin vazgeçilmez kültür merkezi Hafen 2’ye geldi. Konser başlamadan yarım saat önce gittiğimde Stanley Brinks’i kafenin önünde buldum. Birer sigara içtik, İstanbul’dan konuştuk, sonra o Clemence Freschkard ile birlikte kafedeki yirmi kişiye iki saatlik unutulmaz bir konser verdi. Saat on bir gibi ise onlar Norveç’e, ben ise eve doğru yola koyuldum.

Sükran Yigit
(5.12.2012 tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.)


https://www.youtube.com/watch?v=6y1DJ-ysS24

No comments: