Wednesday, August 28, 2013

50 YIL SONRA: "I HAVE A DREAM"



1 Aralık 1955, Montgomery, Alabama: Park banklarından, okul sıralarına, bekleme salonlarından, otobüs koltuklarına kadar siyahlarla beyazları ayıran çızgilerin yaşadığı, 'Amerikan Rüya'sının' herhangi bir kenti. Rose Parks: 42 yaşında, siyah, kadın. Montgomery'de yaşıyor. O gün, diğerlerinden hiçbir farkı olmayan o gün, bir alışveriş merkezindeki işinden çıkan ve belki de akşama ne pişireceğini düşünen Rose gelen ilk otobüse biniyor. Otobüsteki ön dört sıra beyazlara ayrılmış. Bu sıralar coğunlukla boş. Arka sıralar ise siyahların. Ve her zamanki gibi hıncahınç dolu. Ortada yer alan sıralarda ise bir beyaz gelip, yer talep etmedikce siyahlar da oturabiliyor. Ancak bir beyaz o ortadaki sıralarda bir yerde oturmak isterse, oturan siyahlar hemen bütün orta bölümü boşaltmak zorundalar. Böylece çizgiler de gayet açık korunmuş oluyor. /Işte o akşamüstü sadece bu orta bölümde yer bulan Rose, zaten bindiğinde orada oturmakta olan diğer siyahların yanına oturuyor. Ancak birkaç durak sonra otobüse bir beyaz biniyor. Sadece orta bölümde yer var. Diğer siyahlar her zaman yaptıkları gibi gibi sıraları boşaltıp, otobüsün arkasına doğru ilerlerlerken Rose yerinden kıpırdamıyor. Otobüs şöförü uyarıyor, bağırıyor ama 'Hayir,' diyor Rose, 'yorgunum ve ayakta gitmek istemiyorum!' Otobüs şöförü polis çağırmakla tehdit ediyor. Doğrudan şöför James Blake'in gözlerine bakıyor Rose. 'Çağırın,' diyor. 'Yerimden kalkmayacağım!'      

Rose'un o Aralık akşamı tutuklanmasıyla birlikte savaş sonrası Amerika'sının en uzun ve en kitlesel yurttaş hareketinin ilk kıvılcımları birkaç gün içinde Alabama'yi sararken, aynı günlerde  Atlanta'da küçük bir kilisenin vaizi, bir yil boyunca siyahların otobüslere binmediği ve siyahlar için en azından görünen çizgilerin yasayla yokedildiği 'Montogomery Otobüs Boykotu'nu' örgütlemeye girişiyor. 26 yasindaki bu genc rahibin adi Martin Luther King.


Ve bugün, yani tam 50 yıl sonra, Rose Parks'ın birgün, Alabama'da bir otobüste tekrar tekrar aşağılanmayı reddederek yaktığı o küçük ateşin, sekiz yıl sonra 'Özgürlük ve Eşitlik' isteyen bir yangına dönüşüp Washington'a yürüdüğü 28 Ağustos sabahında Lincoln Anıti'nın önünden yüzbinlere seslenen o genç rahibin yükselen sesi hala kulaklarımızda: 'I HAVE A DREAM'

Tuesday, August 27, 2013

Okul

 2 Ocak 2013 Çarşamba tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Kütüphanenin “closed” denilen bölümündeki kitapları herkese vermiyorlardı. O kitapları ödünç alabilmek için kitapların aldığımız dersler için gerekli olduğunu kanıtlamak zorundaydık. Ve elbette biz mühendislik öğrencilerinin mesela Rosa Luxemburg’un kitaplarını okumaları öngörülmediğinden, ancak Beşeri İlimler‘den ders alan arkadaşlarımız yoluyla okuyabilirdik o kitapları. Kitapların arka kapaklarının iç yüzündeki küçük bir cebin içinde, o kitabın daha önce kimler tarafından ödünç alındığını gösteren sarı kartlar olurdu. İşte1983 yılında, o sarı kartlarda hep bir isim çıkıyordu karşımıza: Turgay Erbay. Oysa Turgay 22 Ekim 1982 tarihinden beri, yani kuşatıldığı evde ölümü seçtiği günden beri, artık aramızda değildi. O, gördügü ağır işkencelerin ardından “bir daha asla böyle birşeyi yaşamayacağım” demiş ve yeşil parkasının cebinde kitaplar taşıyan, o ele avuca sığmayan ODTÜ-ÖTK Ekonomi Bölüm Temsilcisi hayat dolu çocuk, yaşamına kendi elleriyle son vermişti. Ve yine aynı günlerde ÖTKTemsilcisi ve Fizik Bölümü öğrencisi Zafer Müçtebaoğlu da ayrılıyordu aramızdan. Böyle birşeydi 12 Eylül faşizmi. Bugün bile arkada kalanların acısını hiçbir sözcüğün anlatmaya yetmeyeceğini düşündüğüm bir şeydi. Herkes gitmiş, her yere sonsuz bir sessizlik çökmüştü. Bir yıl önce hep birlikte hazırladığımız o son Şenlik gibi; sonsuz bir şenlik gibi süreceğini sandığımız hayat, o yirmi yaşımızla o güne değin tahayyül bile edemediğimiz bir siyahın en koyusunda can verirken, sanki son nefesinde bir sır vermek istermişcesine onlardan, yaşananlardan geriye kalan izlerle arkamızdan geliyor, hiç beklemediğimiz dönemeçlerde, patika yollarda, kantin masalarında, yurt duvarlarında, amfi sıralarında, kütüphane kartlarında karşımıza çıkıyor ve “biz vardık ve buradaydık” diye fısıldıyordu kulağımıza.
Her seferinde jandarma tarafından arandığımız Eskişehir Yolu üzerindeki ana kapıdan her girişimiz, Karakaya kapısından girdiğimizi hatırlatıyordu bize. O kapıda bir jandarma kurşunuyla can vermişti Ertuğrul Karakaya dokuz aylık boykot sırasında.
Kapıdan geçip, Hazırlık’ta duruyordu mavi otobüs. Daha bir-iki yıl önce aynı durakta inerek güle oynaya birlikte yürüdüğümüz ve şimdi dilini bile bilmedikleri uzak ülkelerde yollarını bulmaya çalışan arkadaşlarımız geliyordu aklımıza. Mektuplar yazıyorduk onlara, “daha var,” diyorduk, "annenlere uğradım dün, iyiler," diyorduk, “Gırgır yok bu hafta, ama yine çıkacakmış,” diye ekliyorduk mektubun sonuna.
Sonra Rektörlüğün önünden geçerken 2 Aralık 1977’de ODTÜ öğrencisi İbrahim Baloğlu’nun katledildiği yerde, o dokuz aylık direnişin ve kaybettiklerimizin anısına dikilen “İki Aralık Anıtı’na” bakıyorduk hergün kaldırılmasından korkarak… Ve sonra bölüme giriyorduk, artık jandamanın bulunduğu eski ÖTK binasına bakmamaya çalışarak… Dördüncü kata çıkıyor, hâlâ kapalı olan Bölüm Temsilciliği odasının önünden geçip sınıfa giriyorduk. Bazen koridorlarda daha bir yaz önce uzayıp giden sohbetler ettiğimiz bir arkadaşımız, sadece başıyla belli belirsiz bir selam verip, hiç konuşmadan geçip gidiyordu yanımızdan. Bakakalıyorduk arkasından ve o zaman bir kez daha anlıyorduk ki sadece dışarıda dolmuyor hapisaneler ve daha çok konuşuyorduk birbirimizle.
Yurtlara doğru gidiyorduk bazen. Kimse oturmuyordu artık çimenlerde. 2.yurttan yayılan müzik de kesilmişti. Ama her gece jandarma baskınını haber vermek için yurtların çatısında tutulan iki kişilik nöbetlerden sisli sabahlara yayılan fısıltılar, sesler, türküler duruyordu havada hâlâ. Durup dinliyorduk onları. Çevredeki araziye gömülü kitaplar, hatta bir arkadaşımızın yanlışlıkla içinde okul kimliğini unutarak gömdüğü ve bir daha yerini bulamadığı kitaplar geliyordu aklımıza. Gizli bir hazinenin üzerinde dolaşıyormuş gibi dolaşıyorduk orada.
Sonra… Okuldan ve Ankara’dan giderken son bir kez bakıyorduk MM-binasının dördüncü katından bir Şenlik’le başlayıp, sonra gölgeler ve izlerle yaşayarak bitirdiğimiz okulumuza. Şimdi 2012 yılının Aralık ayında, iki yıl önce yine o öğrencilerin, o jandarma karakolunu canla başla bir kültür merkezine dönüştürdüğü o eski binada bir film seyrederken hayalimizde, bir kez daha selamlıyoruz onu. Bazen küstüğümüz, bazen kızdığımız ama hep sevip, hiç unutmadığımız eski bir arkadaşımızı selamlar gibi. Sen bizim ilk aşkımızdın ODTÜ!