Sunday, September 29, 2013

Kaş'ı, Kaş'tan Meis'e bakmayı özledim: MEDITERRANEO


Kaş'ı, Kaş'tan Meis'e bakmayı özledim: MEDITERRANEO


Add caption

Tam olarak kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. İşte bir yaz tatilinde paldır küldür karakola dalıp “burada dürbün varmış, bir karşıya bakabilir miyim,“ diyebileceğim bir yaştaydım. Polisler beni bir tabureye çıkartıp ayarlamışlardı dürbünü. Hayal gücümün bütün cabalarına rağmen, evde çok çok eskiden oradan geldiği söylenen parlak, sarı, simli, tiril tiril o yatak örtüsü ile hiç mi hiç alakası olmayan, sanki siyah-beyaz bir fotoğraftan geriye kalmış, yıkık, soluk bir ev görüntüsüydü önümde duran. Gördüğümü unutup, konuyu orada kapatmıştım hemen. Ta ki, belki yirmibeş yıl sonra bir sinema perdesinde, ne olduğunu bile anlamadıkları bir görevle, terkedilmiş bir adaya çıktıklarını düşünen sekiz şaşkın İtalyan askerinin, tam da bütün umutlarını kaybettikleri bir anda, bir sokakta asılı bembeyaz çarşafları araladıklarını görene kadar. Ta ki o sekiz askerin sadece o çarşafları değil, çarşafların ardında birdenbire ortaya çıkan o gizli hayatla birlikte, aslında benim küçücük bir çocukken heyecanla baktığım o merceği de araladıklarını idrak etmeme kadar.


Sadece benim için değil, hayatının bir kısmını ya da tamamını Kaş’ta geçiren bütün Kaş’lıların hayatında onyıllar boyunca sadece bir hayal, bir muamma, bir hayalet olarak varoldu Meis. “Sen gittin mi hiç?“ diye sorulurdu. O küçücük „hiç“ sözcüğü özetlerdi durumu aslında. Anneannem savaşta oraya „gazlı bez“ attıklarını anlatırdı. Her gece, saat oniki olunca Kaş’ta elektrikler söner, balıkçı teknelerinin ve Meis’in fersiz birkaç ışığı kalırdı geriye. O zaman “kaç kişi oturuyor acaba, orada?“ diye sorulurdu. “Yaşlılar kalmış sadece,“ denirdi ve belki tıpkı yıllar önce mübadele ile gelen ve bir daha oraya hiç dönemeyen birkaç kişinin belleklerinde giderek soluklaşan kırık dökük anılar gibi, sessizce uykuya çekilirdi bu konuşmalar. 

Hiç bağırıp çağırmadan, sadece savaşa karşı hayat diyerek bugüne kadar yapılmış pasifist filmlerin en güzellerinden birisi olmayı hakeden Salvatores’in yukarıda sözünü ettiğim „Akdeniz- Mediterraneo“ filmini izlememin ardından gidebildim ilk defa Meis’e. Kaş’tan günlük düzenli turlar başlamamıştı henüz ve sadece Türkiye vizelerini uzatmak amacıyla çıkış-giriş yapmak isteyen birkaç yabancı vardı teknede.

Meis’in, çevresinde antik bir tiyatro formunda kurulduğu sakin koyuna girdiğimizde duyduğum o heyacanı, şaşkınlığı ve hayranlığı çok az yerde yaşadım. Saat 14:30 da geri gelmemizi söyledi kaptan. Geriden yıllarca bakıp durduğumuz yer için topu topu dört saat. 


Belki öyle olmasa daha iyidir ama insan kaçınılmaz olarak gittiği her yerde hep yaşadığı, bildiği birşeylerin izlerini arar. Ben de Meis’e o ilk gidişimde belli belirsiz de olsa Akdeniz filminin izlerini arayacağımı biliyordum. Sahilin kartpostal güzelliğini arkamda bırakıp, adanın ıssız yollarından tepeye doğru çıkıp, bomboş sessiz bir meydana gelmemle birlikte, yıkık bir duvarın üzerine yazılmış “Mediterraneo“ sözcüğünü ve yanında hiçbir süslemesi olmayan muşamba kaplı masalarıyla o küçük lokantayı gördüğümde, ilk kez o lokantada kendi gerçekleriyle buluşan film kahramanları kıpırdanmaya başlamıştı çevremde. Bir masaya oturdum, az sonra içeriden çıkıp beni gören ve hiç bir ilgi belirtisi göstermeyen kırk yaşlarındaki kadından bir kahve rica ettim ve kara kara insanların sıradan hayatlarında mutlaka bir ilginçlik, mutlaka bir mutluluk arayan o turist denen traji-komik varlığın pençelerinden nasıl kurtulup da, “normal“ bir insan gibi konuşmaya başlayacağımı düşünmeye başladım. 

Kadın kahveyi getirdi, teşekkür ettim, bu kez hafifçe gülümsemişti, bundan güç alıp Kaş’tan geldiğimi söyledim. Biraz ilgisini çekmisti bu, ama yeterli değildi. Sonunda tam arkasını dönmek üzereyken duvarı gösterip, o yazının anlamını sordum. „No english“ demişti. Tekrar bir çaba gösterip “Film, film?“ deyince kadının ilgisiz bakışları bir anda değişti. İçeriye doğru bağırdı: “Katerina!“ 
İkisi birden ne dediğimi anlamaya çalışıyorlardı. Filmden bahsettiğimden emin olunca sevinçle birbirlerine bakıp, içeriye koşup, büyük bir fotoğraf albümü ve gazetelerden kestikleri haberlerle oturdular masaya. Annelerini de çağırdılar biraz sonra. Anna, Maria ve Katerina o sessizlik ve ıssızlıkta sanki hayatlarının en büyük sırrını ve serüvenini paylaşıyorlardı benimle. İki ay sürmüştü çekimler, sonra herkes gitmişti gitmesine ama sanki o filmle birlikte şu oturduğumuz masa, sandalyeler, kapının önündeki divan ve ada hep birlikte sonsuz bir dünya gezisine çıkmışlardı. Sanki yangınların, depremlerin, işgallerin, savaşların yakıp yıktığı ve ta Avustralya’ya kadar uzanan kaçınılmaz bir göçün öksüz bıraktığı o adanın konuşulmaya değer tek gerçeğiymiş gibi konuştuk o iki ay hakkında ve sarılarak ayrıldık birbirimizden.

O gün zar zor yetişmiştim Kaş’a dönen tekneye.

Ve Film: https://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=RsYcGdhfptU#t=14

Benim gözümle Meis:  










1 comment:

Simay Canlar said...

Ah meis içim açıldı okuyunca