Thursday, December 23, 2021


 

Dünyanın bittiği yer: Otterndorf (yolculuk)

Bu anlatacaklarım iki kış önce oldu. Aylardan ocaktı ve kuzeye doğru dört günlük bir yolculuğa çıktım. Bu, belki birkaç bölüm sürecek yazı o yolculuğun hikayesidir.

Almanya’nın bazı kentlerınde, kasabalarında belediyelerin yazarları bir nevi çağdaş vaka-i nüvis şeklinde “görevlendirerek” verdiği burslar vardır. Seçilen yazara birkaç aylığına bir ev ve mali destek verilir. Bunun karşılığında beklenen ise yazarın arada bir yerel gazetede yazıp, o kente ya da kasabaya ilişkin deneyimlerini aktarması ve kapanış olarak da bir okuma seansı düzenlemesidir. Bu konum için başvuru sayısı da gerçekten yüksek olur. 

Ben de bu şekilde bir burs veren Otterndorf Belediye’sinin ilanını görünce koşullarına bakmıştım. Verdikleri küçük ev, eskiden takvim sayfalarinda gördüğüm o ormandaki kulübelere çok benziyordu ve ayrıca kasaba da deniz kıyısındaydı. Dört ay Frankfurt’tan uzaklaşmayı bir şekilde ayarlayabileceğimi düşünüp, aslında pek şansım olacağını sanmasam da birkaç Almanca metin yazarak ilana başvurdum.Birkaç ay sonra telefonda duyduğum neşeli bir kadın sesi, üç kişiyle birlikte finale kaldığımı söylüyordu. Teşekkür ettim, sevindiğimi söyledim. Ama “düşünebiliyor musunuz” diye devam etti ses. Evet gerçekten sevinmiştim ama böyle durumlarda yakalandığım bir tür “sakinlik hastalığı” karşı tarafta yine yeterince sevinmediğim, belki de durumu yeterince takdir edemediğim gibi bir izlenim uyandırmıştı ki neşeli sesin coşkusu arttıkça arttı. “Hadi sevinsene, sevindiğini göstersene” mesajını veren insanların bu ısrarını bazen biraz fuzuli bulsam da iyi niyetlerinden şüphe etmem. Ama bu sefer belli belirsiz bir rahatsızlik, bir tür iktidar dayatması hissetmiştim bu coşkuda. Yine de pek üzerinde durmadım. 

Birkaç gün sonra bir tren bileti, kasabadaki bir otelde yapılmış oda rezervasyonu, gidince nereye gitmem gerektiğini gösteren krokiler, kısacası organizasyon sözkonusu olunca derhal nükseden Alman obsesifliğinin bütün belirtilerinin mükemmel bir yansıması olan bir posta geçti elime. Ve iki haftalık bir aradan sonra, yanımda küçük bir bavul, çantamda da iki tane Hermann Hesse kitabıyla Otterndorf’a gitmek üzere Hamburg treniyle yola çıktım. Ocak başlarıydı ve Noel’den beri sürekli kar yağıyordu. Hatta o kadar çok kar yağmıştı ki, birçok şehrin belediyesindeki tuz stokları tamamen erimiş, yollar buz pistine dönmüştü. 

Altı kişilik kompartmanda tek başınaydım ve tek işim kahve içip camdan dışarıya bakmaktı. Memnundum yani o esnada hayattan. Tren kuzeye doğru çıktıkça sonunda neredeyse tek bir renk kalmıştı geriye: Beyaz, hiç el değmemiş bir beyaz. Güzergah: Kassel, Göttingen, Hannover, Hamburg. Kassel hakkında tek bildigim bana dünyanın en soğuk istasyonu gibi gelen tren istasyonu. Yaşamak üzere Almanya’ya geldiğimde aktarma yapmak üzere indiğim ve rüzgarın boydan boya biçtiği dondurucu açık peronlarında beklediğim yirmi dakikanın ardından ciddi ciddi “acaba dönsem mi İstanbul’a” diye düşündüğüm istasyon. Grinin öteki adı. 

Kassel’dan sonra, oraya kadar yalnız olduğum kompartmana hiçbir şekilde enteresan bulmadığım altmış yaşlarında bir kadın binince ve artık bembeyaz manzaraya biraz alışınca Hesse’yi okumaya başladım. O yolculuk için neden Hesse’yi seçtiğimi tam olarak bilmiyordum: Bir tür sezgi ya da hazırlanırken düşünce düzeyinde tam olarak dillendirmesem de Hesse’nin her yaşı ve her mevsimi bütün güzellikleri ve kırıklıklarıyla anlatan bir yazar-şair olmasının içten içe hep aklımda olması diyelim. Az sonra gerçekten de şunları söylüyordu Hesse kitaptan uzanıp: “Karda ve ayışığında yollarda/ Gidiyorum gölgemle bir başına.”

Hesse okuya okuya Hamburg’a geldim, aktarma için 45 dakikam vardı. İstasyonda dolaşmaya başladım. Günde 450 bin kişinin geçtiği ve hiçbir taşıyıcı elemanı görünür olmadığı için, ilahi bir güç tarafından yerinde tutuluyormuş gibi gelen yüksek tavanlarıyla devasa bir etki yaratan istasyon henüz akşamüstü kalabalığına teslim olmasa da kalabalıktı. Telaştan çok görüntüleri hızlandırılmış bir hayat akıyordu sanki istasyonda. “Telaş” diye düşündüm merdivenlerle çıkılan galeriden aşağıya giriş salonuna bakarken, “Telaş yaz mevsimine ait bir sözcük. Kışlık bir sözcük bulmak lazım telaş yerine!” 

Soğuğu göze alıp bir sigara içmek üzere dışarıya çıktım sonra. Önünde durup bakınca daha da heybetli göründü gar binası gözüme. Aynı Frankfurt tren istasyonunun önünde olduğu gibi evsizler, alkolikler ve uyuşturucu bağımlısı oldukları ilk bakışta anlaşılan küçük grupların yanında, okuldan yeni çıkmış öğrenciler vardı garın önünde. İki kişi arka arkaya gelip sigara istediler. İkisine de birer sigara verdikten sonra bir kadın gelip kahve parası istedi, tam çantama davranırken, “çok soğuk bugün” dedi kadın. Sonra sanki dünyanın en olağan şeyini söylermiş gibi ekledi: “Bu gece birisi donar muhakkak bu şehirde!” Ne diyebilirsiniz ki böyle bir cümle karşısında? O heybetli gar binasının kapısında durup, aynı olağanlıkta yani o kısa ve korkunç cümlenin söyleniverdiği olağanlıkta, nasıl olup da hep beraber, böyle büyük bir yalanın içinde yaşamaya devam edebildiğimizi kime sorabilirsiniz? Gülümsemeye çalışarak, “umarım herkes hayatta kalır bu gece” diyerek, “hoşçakalın” dedim kadına. Iyi yolculuklar diledi Fransızca. Yaşı belli değildi, otuz da olabilirdi, elli de! Bu kısa karşılaşmadan bir yıl sonra Hamburg’ta Demiryolları’nın güvenlik birimine evsizleri istasyondan çıkarma yetkisi verilecekti. Öyle ya, yoksulluk değildi problem! Problem yoksulluğun göz önünde olmasıydı. Çünkü görünmeyen yoksulluk yoksulluk sayılmazdı. 

İstasyondan içeri girdim, Otterndorf treni peronda bekliyordu. Pek memnun değildim artık hayattan!

Otterndorf’a gideceğim tren, bölgesel ulaşımda kullanılan iki katlı, koltukları tek yönlü bir simetriye bağlı kalmadan düzenlenmiş, mavinin ve beyazın hakim olduğu ferah bir trendi. Üstelik sıcaktı, istasyonun soğuğundan içeri adım atar atmaz rahatlatan, hoş bir duygu kapladı içimi. Yerlerin hemen hemen dolmuş olduğu vagonda tek tük boşluklar vardı. Kitap okuyan bir kızın yanındaki boşluğa doğru ilerledim. Derrida üzerine bir kitap okuyordu kız. “İyi ki ikinci sınıf vagonda ayırtmışlar yerimi” diye düşündüm. Çünkü birinci sınıf vagonlarda bilgisayarların ve cep telefonlarının egemenliğinde sürer yolculuk. İkinci sınıf vagonlarda ise her zaman hayat vardır. Kitap okuyanlar, müzik dinleyenler, kağıt oynayanlar, uyuyanlar ya da hiçbir şey yapmadan camdan dışarı bakanlarla hayatın küçük bir kesitini paylaştığı duygusuna kapılır insan. Bir bilinmeyene doğru yola çıkanlarla evine dönenler arasında kurulan tuhaf bir kader birliği. 

Derrida okuyan kız, bunları düşündüğümü hissetmiş gibi yanına otururken gülümsedi. Uzun boyluydu, küçük valizimi yukarıya koymama yardım etti. Paltomu asmış, tam çantamdan Hesse’nin “Bozkırkurdu” adlı romanını çıkarmış, kapağını açmak üzereydim ki… Dediğim gibi, o yolculuk için neden Hesse’yi seçtiğimi bilmiyordum. Ama nasıl karlarla kaplı yollarda birdenbire Hesse’nin kış şiirleri karşıma çıkıverdiyse, bu sefer de Derrida okuyan kızın büyülenmiş gözleri takıldı elimdeki kitaba: “Hesse’nin en sevdiğim kitabıdır. Hatta en sevdiğim kitaplardan birisidir!” Böyle başlayıp Hesse’nin diğer romanları üzerine devam eden bir sohbet başlamıştı kızla aramızda. Bir süre sonra ellerimizle sıkıca kavradığımız fincanlarımızdan sütlü kahvelerimizi içiyor, haritada adlarının olmasından başka hiçbir önemi olmayan küçük köylerden, kasabalardan geçiyorduk. Bambaşka kentlerden, bambaşka ülkelerden gelen ve birbirleriyle ilk kez karşılaşan insanlar romanlardan, öykülerden söz ederken neden bu kadar çabuk kaynaşırlar? Belki de roman kahramanlarından sanki bir süredir gözden kaybettikleri ortak bir arkadaştan söz eder gibi söz ettikleri, belki de böylece tren yolcularını birbirlerine bağlayan kaderden daha derin bir ortak kaderi, aslında adı şimdiye kadar konmamış bir geçmişi paylaştıkları içindir. 

Babası Rus, annesi Volga Almanları’ndan, Sibirya-Novosibirsk doğumlu olup, sekiz yaşındayken, göçeden ailesi ile birlikte Almanya’ya gelen Elena. Kabarık, siyah, kıvırcık saçları, İspanyol paçalı desenli pantolonu ve naif heyecanıyla, insana yetmişli yıllardan kazara 2011 yılına ışınlanmış gibi gelen bir hali vardı. Bir yandan postacılık yapan bir yandan da felsefe okuyan ve son anda e-posta adresini yazıp, küçük bir istasyonda indikten sonra el sallayarak treni uğurlayan Elena’nın arkasından, artık tipiye dönüşmüş karı seyrederken hâlâ onun az önce söylediklerini düşünüyordum: “Çocukluğumu hatırlatan iki şeyi çok seviyorum: Anneannem ve kar!” 

Öyleydi, çocukluğunu uzaklarda bıraktığı için onu hep içinde taşıyan insanlar gibiydi Elena: Yersiz, yurtsuz. Trendeki insanlara baktım. Büyük bir kısmının evlerine döndüklerini düşündüm. Nasıl birşeydi acaba insanın hep doğup, büyüdüğü evde yaşaması? 

Otterndorf’a yavaş yavaş yaklaşıyorduk. Artık ahşap iskeletli ve kırmızı tuğlalı evlerin, bembeyaz tarlaların, eski değirmenlerin, ağırbaşlı çamların, bilge meşelerin ve hüzünlü kayınların içinde ardarda belirip kaybolduğu gün ışığı çekilmeye başlamıştı. “Cadenberge” anonsunun ardından valizimi indirdim, paltomu giydim. Çantamdaki krokileri çıkarıp cebime koydum ve kapıya doğru yürüdüm. İnen birkaç kişinin ardından kapı kapandı. Bir sonraki durakta, beş dakika sonra ben de inecektim, şimdiye kadar hiç gitmediğim ve büyük ihtimalle bir daha da hiç gitmeyeceğim bir istasyonda inecektim. Şimdiye kadar hiç karşılaşmadığım ve belki de bir daha hiç karşılaşmayacağım insanlarla medeni ilişkiler kuracak, tokalaşacak, iyi akşamlar diyecek, teşekkür edecektim. Yolda yazmadan çevirdiğim Hesse şiirini tekrarladım unutmamak için:
“nasıl da öyle tuhaf bir hüzün sarar insanı
yürürken yabancı bir kentte
ayın çatıları aydınlattığı,
uyuklayan bir gecede”
Tren durunca indim. Artık kasabadaki o yabancı bendim.

Wednesday, October 9, 2013

Stanley Brinks


2008 kışı çok gri bir kıştı. İş yerinde sağa doğru bakınca geniş bir caddeye bakan pencerelerden finans merkezi Frankfurt’un cam, çelik ve betondan yapılmış kulelerini, sol tarafa doğru bakınca da dar bir sokağa bakan pencerelerden çaresizliğin yüzünü görüyordum. Sağ tarafta gökdelenler, sol tarafta ise aşağıda, pencerinin hemen karşısında, beş-altı metre ileride, uyuşturucu bağımlılarına, evsizlere yardım eden bir kilise kuruluşunun pencereleri ve kapıları panjurlarla kapatılmış bürosu vardı. Onun hemen bir bina ötesinde ise kahverengi binasıyla Casino Royal. Bu iki binanın arasındaki reklam panolarında ise genellikle konser duyuruları olurdu. O kış Anna Netrebko kışıydı. Aylar önceden bu ünlü Rus sopranonun verecegi konserlerin duyuru afişleri asılmıştı.


Uyuşturucu bagımlılarına, evsizlere yardım eden kilise kuruluşuna öğlen çalışanları daha gelmeden, kapının önünde oturup ya da yatıp bekleyen bir iki kişiyle birlikte o saate kadar tamamen hareketsiz olan sokakta ufak tefek kıpırtılar başlardı. Öğleden sonra saat henüz dört olmadan kararmaya yüz tutan hava ile birlikte ekrandan başımı çevirip aşağıya baktığımda ise gelen iki rahibenin aşağıda kahve dağıtmaya başladıklarını görürdüm. Sonra yine hemen hergün o saatlerde sessizlik bir ambulansın sirenleriyle bozulur, büronun hep kapalı duran kapısı açılır, kapıda bekleyenler yol açarlar ve ambulanstan çıkan iki hastabakıcı ve bir doktor büroya girerler, az sonra da bir sedye ile birlikte çıkarlardı. Kapının önünde bekleyenler geri çekilirler, sanki hepsi kendi kaderlerini izliyorlarmış ve günün birinde o ambulansla gidenin kendileri olacaklarını biliyorlarmışcasına birbirlerine sokulup, sessizce ambulansın gidişine bakarlardı. Ben ise pencereden aşağıya, sokağa bakar ve bu gördüklerimi kanıksamanın imkansızlığını düşünürdüm.

2008 kışından geriye kalan, pencereden hergün izledigim o trajedi, Casino Royal, yağmur, grilik ve Anna Netrebko afişleriydi. Ama o yıl aynı zamanda Herman Dune yılıydı. Hayatın bu trajik ve trajik olduğu kadar da absürd gündelik ritmi içerisinde Next Year in Zion albümünden dinlediğim herhangi bir şarkı günümü aydınlatırdı. Bütün yıl bu albümü dinledim. Daha sonra Herman Dune grubunun belkemiğini oluşturan iki kardeşten küçüğü olan David’in bu albüm hakkında şunları söylediğini okuyacaktım: “Bu benim mutlu olduğum bir dönemde yazdığım ilk albüm. Daha önce şarkı yazmak icin hüzünlü ya da en azından melankolik olmak gerektiğini düşünürdüm. Doğru değilmiş bu meğer!” Gerçekten de albümün en çok dinlediğim şarkisi “My Home is nowhere without you” başta olmak üzere sanki bütün şarkılar, dinleyici hesaba katılmaksızın, kendi kendine mırıldanırmış gibi başlayıp, naif bir doğrudanlıkla yolunu buluyor, sadece sıradan ve anlık insanlık durumlarından sözetmelerine rağmen, bir geçmişi ve bir geleceği olan gerçek hayatlardan söz ediyorlarmış izlenimini yaratıyorlardı. Bu şarkılara insanın hayatında bu kadar kolay bir yer açabilmesinin en önemli nedeni sadece pop motiflerine göz kırpmaları değildi. Galiba asıl sahicilikleriydi bu şarkıları bu denli güzel yapan.

Daha sonra Herman Dune’un 1999’dan itibaren yaptığı albümlerin aşağı yukarı hepsini dinledim. Ama sonuç olarak bütün bu Herman Dune serüveni içerisinde 2006’da gruptan ayrılıp, yoluna sürekli değiştirdiği adlarla devam eden ve sonunda az cok Stanley Brinks adında karar kılan Andre Herman Dune benim icin kalıcı bir ilgi olarak varlığını sürdürdü. Sadece müziği ile değil piyasa ve pazarlama ile kurduğu ya da aslında hiç kurmadığı ilişki biçimi ile sadece sözde değil, gerçekten alternatif bir müzisyenin nasıl olması gerektiğini gösteriyordu Stanley Brinks. Bunu belki şöyle açıklayabilirim: Köşedeki küçük bir dükkanda sadece doğal maddelerle ürettiği malları satan, ama aslında hasretle bir süpermarketler zinciri kuracağı günleri bekleyen birçok girişimci ruhun yanında o, Avrupa’da endüstrileşme dönemine kadar bir kalfanın usta olabilmesi için şart olan bir geleneğin, yani sokak sokak, şehir şehir, ülke ülke dolaşıp “bir hırka, bir lokma” karşılığı yardım ederek, becerisini geliştiren o zanaatkarlık geleneğinin inatçı bir halefi gibidir. Solo ya da farklı birçok müzisyenle yaptığı ve senede üçü dördü bulan albümlerinin tamamını ister interneten ücretsiz dinleyebilir isterseniz de on euro karşılığı satın alabilirsiniz. Konserleri genelde küçük salonlarda hatta kafelerde gerçekleşir. Stanley Brinks yaratıcılığın ölçüsünün tüketimle eşitlendiği 21. yüzyılın son bohemlerindendir.

Ve derkeeen... Geçen ay Stanley Brinks ani bir kararla, tek bir konser için eski limanda, artık kullanılmayan fabrika binaları ve hangarlarda kurulmuş, şehrimizin vazgeçilmez kültür merkezi Hafen 2’ye geldi. Konser başlamadan yarım saat önce gittiğimde Stanley Brinks’i kafenin önünde buldum. Birer sigara içtik, İstanbul’dan konuştuk, sonra o Clemence Freschkard ile birlikte kafedeki yirmi kişiye iki saatlik unutulmaz bir konser verdi. Saat on bir gibi ise onlar Norveç’e, ben ise eve doğru yola koyuldum.

Sükran Yigit
(5.12.2012 tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.)


https://www.youtube.com/watch?v=6y1DJ-ysS24

Sunday, September 29, 2013

Kaş'ı, Kaş'tan Meis'e bakmayı özledim: MEDITERRANEO


Kaş'ı, Kaş'tan Meis'e bakmayı özledim: MEDITERRANEO


Add caption

Tam olarak kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. İşte bir yaz tatilinde paldır küldür karakola dalıp “burada dürbün varmış, bir karşıya bakabilir miyim,“ diyebileceğim bir yaştaydım. Polisler beni bir tabureye çıkartıp ayarlamışlardı dürbünü. Hayal gücümün bütün cabalarına rağmen, evde çok çok eskiden oradan geldiği söylenen parlak, sarı, simli, tiril tiril o yatak örtüsü ile hiç mi hiç alakası olmayan, sanki siyah-beyaz bir fotoğraftan geriye kalmış, yıkık, soluk bir ev görüntüsüydü önümde duran. Gördüğümü unutup, konuyu orada kapatmıştım hemen. Ta ki, belki yirmibeş yıl sonra bir sinema perdesinde, ne olduğunu bile anlamadıkları bir görevle, terkedilmiş bir adaya çıktıklarını düşünen sekiz şaşkın İtalyan askerinin, tam da bütün umutlarını kaybettikleri bir anda, bir sokakta asılı bembeyaz çarşafları araladıklarını görene kadar. Ta ki o sekiz askerin sadece o çarşafları değil, çarşafların ardında birdenbire ortaya çıkan o gizli hayatla birlikte, aslında benim küçücük bir çocukken heyecanla baktığım o merceği de araladıklarını idrak etmeme kadar.


Sadece benim için değil, hayatının bir kısmını ya da tamamını Kaş’ta geçiren bütün Kaş’lıların hayatında onyıllar boyunca sadece bir hayal, bir muamma, bir hayalet olarak varoldu Meis. “Sen gittin mi hiç?“ diye sorulurdu. O küçücük „hiç“ sözcüğü özetlerdi durumu aslında. Anneannem savaşta oraya „gazlı bez“ attıklarını anlatırdı. Her gece, saat oniki olunca Kaş’ta elektrikler söner, balıkçı teknelerinin ve Meis’in fersiz birkaç ışığı kalırdı geriye. O zaman “kaç kişi oturuyor acaba, orada?“ diye sorulurdu. “Yaşlılar kalmış sadece,“ denirdi ve belki tıpkı yıllar önce mübadele ile gelen ve bir daha oraya hiç dönemeyen birkaç kişinin belleklerinde giderek soluklaşan kırık dökük anılar gibi, sessizce uykuya çekilirdi bu konuşmalar. 

Hiç bağırıp çağırmadan, sadece savaşa karşı hayat diyerek bugüne kadar yapılmış pasifist filmlerin en güzellerinden birisi olmayı hakeden Salvatores’in yukarıda sözünü ettiğim „Akdeniz- Mediterraneo“ filmini izlememin ardından gidebildim ilk defa Meis’e. Kaş’tan günlük düzenli turlar başlamamıştı henüz ve sadece Türkiye vizelerini uzatmak amacıyla çıkış-giriş yapmak isteyen birkaç yabancı vardı teknede.

Meis’in, çevresinde antik bir tiyatro formunda kurulduğu sakin koyuna girdiğimizde duyduğum o heyacanı, şaşkınlığı ve hayranlığı çok az yerde yaşadım. Saat 14:30 da geri gelmemizi söyledi kaptan. Geriden yıllarca bakıp durduğumuz yer için topu topu dört saat. 


Belki öyle olmasa daha iyidir ama insan kaçınılmaz olarak gittiği her yerde hep yaşadığı, bildiği birşeylerin izlerini arar. Ben de Meis’e o ilk gidişimde belli belirsiz de olsa Akdeniz filminin izlerini arayacağımı biliyordum. Sahilin kartpostal güzelliğini arkamda bırakıp, adanın ıssız yollarından tepeye doğru çıkıp, bomboş sessiz bir meydana gelmemle birlikte, yıkık bir duvarın üzerine yazılmış “Mediterraneo“ sözcüğünü ve yanında hiçbir süslemesi olmayan muşamba kaplı masalarıyla o küçük lokantayı gördüğümde, ilk kez o lokantada kendi gerçekleriyle buluşan film kahramanları kıpırdanmaya başlamıştı çevremde. Bir masaya oturdum, az sonra içeriden çıkıp beni gören ve hiç bir ilgi belirtisi göstermeyen kırk yaşlarındaki kadından bir kahve rica ettim ve kara kara insanların sıradan hayatlarında mutlaka bir ilginçlik, mutlaka bir mutluluk arayan o turist denen traji-komik varlığın pençelerinden nasıl kurtulup da, “normal“ bir insan gibi konuşmaya başlayacağımı düşünmeye başladım. 

Kadın kahveyi getirdi, teşekkür ettim, bu kez hafifçe gülümsemişti, bundan güç alıp Kaş’tan geldiğimi söyledim. Biraz ilgisini çekmisti bu, ama yeterli değildi. Sonunda tam arkasını dönmek üzereyken duvarı gösterip, o yazının anlamını sordum. „No english“ demişti. Tekrar bir çaba gösterip “Film, film?“ deyince kadının ilgisiz bakışları bir anda değişti. İçeriye doğru bağırdı: “Katerina!“ 
İkisi birden ne dediğimi anlamaya çalışıyorlardı. Filmden bahsettiğimden emin olunca sevinçle birbirlerine bakıp, içeriye koşup, büyük bir fotoğraf albümü ve gazetelerden kestikleri haberlerle oturdular masaya. Annelerini de çağırdılar biraz sonra. Anna, Maria ve Katerina o sessizlik ve ıssızlıkta sanki hayatlarının en büyük sırrını ve serüvenini paylaşıyorlardı benimle. İki ay sürmüştü çekimler, sonra herkes gitmişti gitmesine ama sanki o filmle birlikte şu oturduğumuz masa, sandalyeler, kapının önündeki divan ve ada hep birlikte sonsuz bir dünya gezisine çıkmışlardı. Sanki yangınların, depremlerin, işgallerin, savaşların yakıp yıktığı ve ta Avustralya’ya kadar uzanan kaçınılmaz bir göçün öksüz bıraktığı o adanın konuşulmaya değer tek gerçeğiymiş gibi konuştuk o iki ay hakkında ve sarılarak ayrıldık birbirimizden.

O gün zar zor yetişmiştim Kaş’a dönen tekneye.

Ve Film: https://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=RsYcGdhfptU#t=14

Benim gözümle Meis:  










Wednesday, August 28, 2013

50 YIL SONRA: "I HAVE A DREAM"



1 Aralık 1955, Montgomery, Alabama: Park banklarından, okul sıralarına, bekleme salonlarından, otobüs koltuklarına kadar siyahlarla beyazları ayıran çızgilerin yaşadığı, 'Amerikan Rüya'sının' herhangi bir kenti. Rose Parks: 42 yaşında, siyah, kadın. Montgomery'de yaşıyor. O gün, diğerlerinden hiçbir farkı olmayan o gün, bir alışveriş merkezindeki işinden çıkan ve belki de akşama ne pişireceğini düşünen Rose gelen ilk otobüse biniyor. Otobüsteki ön dört sıra beyazlara ayrılmış. Bu sıralar coğunlukla boş. Arka sıralar ise siyahların. Ve her zamanki gibi hıncahınç dolu. Ortada yer alan sıralarda ise bir beyaz gelip, yer talep etmedikce siyahlar da oturabiliyor. Ancak bir beyaz o ortadaki sıralarda bir yerde oturmak isterse, oturan siyahlar hemen bütün orta bölümü boşaltmak zorundalar. Böylece çizgiler de gayet açık korunmuş oluyor. /Işte o akşamüstü sadece bu orta bölümde yer bulan Rose, zaten bindiğinde orada oturmakta olan diğer siyahların yanına oturuyor. Ancak birkaç durak sonra otobüse bir beyaz biniyor. Sadece orta bölümde yer var. Diğer siyahlar her zaman yaptıkları gibi gibi sıraları boşaltıp, otobüsün arkasına doğru ilerlerlerken Rose yerinden kıpırdamıyor. Otobüs şöförü uyarıyor, bağırıyor ama 'Hayir,' diyor Rose, 'yorgunum ve ayakta gitmek istemiyorum!' Otobüs şöförü polis çağırmakla tehdit ediyor. Doğrudan şöför James Blake'in gözlerine bakıyor Rose. 'Çağırın,' diyor. 'Yerimden kalkmayacağım!'      

Rose'un o Aralık akşamı tutuklanmasıyla birlikte savaş sonrası Amerika'sının en uzun ve en kitlesel yurttaş hareketinin ilk kıvılcımları birkaç gün içinde Alabama'yi sararken, aynı günlerde  Atlanta'da küçük bir kilisenin vaizi, bir yil boyunca siyahların otobüslere binmediği ve siyahlar için en azından görünen çizgilerin yasayla yokedildiği 'Montogomery Otobüs Boykotu'nu' örgütlemeye girişiyor. 26 yasindaki bu genc rahibin adi Martin Luther King.


Ve bugün, yani tam 50 yıl sonra, Rose Parks'ın birgün, Alabama'da bir otobüste tekrar tekrar aşağılanmayı reddederek yaktığı o küçük ateşin, sekiz yıl sonra 'Özgürlük ve Eşitlik' isteyen bir yangına dönüşüp Washington'a yürüdüğü 28 Ağustos sabahında Lincoln Anıti'nın önünden yüzbinlere seslenen o genç rahibin yükselen sesi hala kulaklarımızda: 'I HAVE A DREAM'

Tuesday, August 27, 2013

Okul

 2 Ocak 2013 Çarşamba tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Kütüphanenin “closed” denilen bölümündeki kitapları herkese vermiyorlardı. O kitapları ödünç alabilmek için kitapların aldığımız dersler için gerekli olduğunu kanıtlamak zorundaydık. Ve elbette biz mühendislik öğrencilerinin mesela Rosa Luxemburg’un kitaplarını okumaları öngörülmediğinden, ancak Beşeri İlimler‘den ders alan arkadaşlarımız yoluyla okuyabilirdik o kitapları. Kitapların arka kapaklarının iç yüzündeki küçük bir cebin içinde, o kitabın daha önce kimler tarafından ödünç alındığını gösteren sarı kartlar olurdu. İşte1983 yılında, o sarı kartlarda hep bir isim çıkıyordu karşımıza: Turgay Erbay. Oysa Turgay 22 Ekim 1982 tarihinden beri, yani kuşatıldığı evde ölümü seçtiği günden beri, artık aramızda değildi. O, gördügü ağır işkencelerin ardından “bir daha asla böyle birşeyi yaşamayacağım” demiş ve yeşil parkasının cebinde kitaplar taşıyan, o ele avuca sığmayan ODTÜ-ÖTK Ekonomi Bölüm Temsilcisi hayat dolu çocuk, yaşamına kendi elleriyle son vermişti. Ve yine aynı günlerde ÖTKTemsilcisi ve Fizik Bölümü öğrencisi Zafer Müçtebaoğlu da ayrılıyordu aramızdan. Böyle birşeydi 12 Eylül faşizmi. Bugün bile arkada kalanların acısını hiçbir sözcüğün anlatmaya yetmeyeceğini düşündüğüm bir şeydi. Herkes gitmiş, her yere sonsuz bir sessizlik çökmüştü. Bir yıl önce hep birlikte hazırladığımız o son Şenlik gibi; sonsuz bir şenlik gibi süreceğini sandığımız hayat, o yirmi yaşımızla o güne değin tahayyül bile edemediğimiz bir siyahın en koyusunda can verirken, sanki son nefesinde bir sır vermek istermişcesine onlardan, yaşananlardan geriye kalan izlerle arkamızdan geliyor, hiç beklemediğimiz dönemeçlerde, patika yollarda, kantin masalarında, yurt duvarlarında, amfi sıralarında, kütüphane kartlarında karşımıza çıkıyor ve “biz vardık ve buradaydık” diye fısıldıyordu kulağımıza.
Her seferinde jandarma tarafından arandığımız Eskişehir Yolu üzerindeki ana kapıdan her girişimiz, Karakaya kapısından girdiğimizi hatırlatıyordu bize. O kapıda bir jandarma kurşunuyla can vermişti Ertuğrul Karakaya dokuz aylık boykot sırasında.
Kapıdan geçip, Hazırlık’ta duruyordu mavi otobüs. Daha bir-iki yıl önce aynı durakta inerek güle oynaya birlikte yürüdüğümüz ve şimdi dilini bile bilmedikleri uzak ülkelerde yollarını bulmaya çalışan arkadaşlarımız geliyordu aklımıza. Mektuplar yazıyorduk onlara, “daha var,” diyorduk, "annenlere uğradım dün, iyiler," diyorduk, “Gırgır yok bu hafta, ama yine çıkacakmış,” diye ekliyorduk mektubun sonuna.
Sonra Rektörlüğün önünden geçerken 2 Aralık 1977’de ODTÜ öğrencisi İbrahim Baloğlu’nun katledildiği yerde, o dokuz aylık direnişin ve kaybettiklerimizin anısına dikilen “İki Aralık Anıtı’na” bakıyorduk hergün kaldırılmasından korkarak… Ve sonra bölüme giriyorduk, artık jandamanın bulunduğu eski ÖTK binasına bakmamaya çalışarak… Dördüncü kata çıkıyor, hâlâ kapalı olan Bölüm Temsilciliği odasının önünden geçip sınıfa giriyorduk. Bazen koridorlarda daha bir yaz önce uzayıp giden sohbetler ettiğimiz bir arkadaşımız, sadece başıyla belli belirsiz bir selam verip, hiç konuşmadan geçip gidiyordu yanımızdan. Bakakalıyorduk arkasından ve o zaman bir kez daha anlıyorduk ki sadece dışarıda dolmuyor hapisaneler ve daha çok konuşuyorduk birbirimizle.
Yurtlara doğru gidiyorduk bazen. Kimse oturmuyordu artık çimenlerde. 2.yurttan yayılan müzik de kesilmişti. Ama her gece jandarma baskınını haber vermek için yurtların çatısında tutulan iki kişilik nöbetlerden sisli sabahlara yayılan fısıltılar, sesler, türküler duruyordu havada hâlâ. Durup dinliyorduk onları. Çevredeki araziye gömülü kitaplar, hatta bir arkadaşımızın yanlışlıkla içinde okul kimliğini unutarak gömdüğü ve bir daha yerini bulamadığı kitaplar geliyordu aklımıza. Gizli bir hazinenin üzerinde dolaşıyormuş gibi dolaşıyorduk orada.
Sonra… Okuldan ve Ankara’dan giderken son bir kez bakıyorduk MM-binasının dördüncü katından bir Şenlik’le başlayıp, sonra gölgeler ve izlerle yaşayarak bitirdiğimiz okulumuza. Şimdi 2012 yılının Aralık ayında, iki yıl önce yine o öğrencilerin, o jandarma karakolunu canla başla bir kültür merkezine dönüştürdüğü o eski binada bir film seyrederken hayalimizde, bir kez daha selamlıyoruz onu. Bazen küstüğümüz, bazen kızdığımız ama hep sevip, hiç unutmadığımız eski bir arkadaşımızı selamlar gibi. Sen bizim ilk aşkımızdın ODTÜ!

Saturday, July 13, 2013

Wittgenstein'in Yalnizligi: Bir Frankfurt Yazisi


WITTGENSTEIN’IN YALNIZLIĞI

"Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır."

Italo Calvino, Görünmez Kentler 

Güzel bir Haziran günü inmiştim Frankfurt'a trenden tek başına, elimde Boris Vian'in kitabı "Günlerin Köpüğü." Bilmediğim, tanımadığım şehirlere bildiğim, tanıdığım, sevdiğim, sığındığım kitaplarla inmeye başlayalı daha çok olmamıştı. 

Bir şehirle tanışmanın tren istasyonu ile başlaması hiç kuşkusuz bir yabancının başına gelebilecek en talihli durumdur. Ne havalanının renksiz, kişiliksiz yüzde yüz resmi anonimliği ne de şehre bir arabayla gelmenin lüzumsuz telaşı. Kente bir ucundan sessizce girersiniz ve ıssız, yalnız, unutulmuş banliyölerden geçerek yavaş yavaş şehrin kalbine doğru ilerlersiniz. Tren giderek yavaşlar, yavaşlar, yavaşlar ve duruverir. Artık o başka bir kent ile aranızda sadece bir kapı vardır. Belki de hafifçe kenara çekilip o kapıyı açmayı bir bilene bırakırsınız ve sonra... çekingen adımlarla trenden inersiniz ve şehre ayak basarsınız. 

Küçük bir kasabanın tren istasyonunda indiğinizde ya da o istasyondan sizi götüren bir trene bindiğinizde yolculardan kimin evine döndüğünü ya da kimin evinden ayrıldığını anlamak çoğunlukla zor değildir. Yabancılar kendilerini karşılayan birisi yoksa bir an duraklarlar trenden indiklerinde ve sonra bir kararlılık süsü vermeye çalıştıkları hızlı adımlarla ilerlerler. Oraya ait olanlar ise genellikle kendilerini karşılayacak bir insanın ayrıcalığına sahiptirler. Kimi zaman bilinene, geçici olarak bile olsa geri dönmenin sevinci gözlerinde; heyecanla, kimi zaman ise o küçük kasabaya ebediyen mahkum olmuşluğun umutsuz kırıklığı omuzlarında, ağır ağır yürürler. Ama bunlardan en kötüsü arkanızda bir zamanlar sevdiklerinizi, anılarınızı, çocukluğunuzu, gençliğinizi, sizi uğurlayanları bırakıp da yıllar sonra tekrar döndüğünüz bir istasyonda trenden inip kendinizi o ıssız istasyonda yapayalnız bulmanızdır. 

Frankfurt Hauptbahnhof’a bundan onbir yıl önce güzel bir Haziran sabahında indiğimde yakama yapışan hüzün, geçmişindeki o istasyonda, kendisini tek başına buluveren o yolcunun, sözcüklere sığdırılması olanaksız, o ağır kırıklığını taşımıyordu belki, ama arkamda çocukluğumun Ankara’sını, gençliğimin İstanbul’unu, sevdiklerimi, arkadaşlarımı ve içinde hayat bulduğum dilimi bıraktığımı biliyordum. Kitabımı çantama koydum, küçük valizimle trenden indim ve çekingen adımlarla önümden giden kalabalığın, bu yabancı kentin ve belki de hayatın peşine takıldım. O kalabalıkta tıpkı 1932 yılında Frankfurt Hauptbahnhof’a inip de istasyonun „çelikten, camdan ve mermerden yapılmıs girift ve havai güzelliği hakkında ancak Belçika’lı büyük şair Verhaeren’in şiirlerinin fikir verebileceğini“ söyleyen İstanbul’lu Ahmet Haşim kadar yalnızdım.

Frankfurt Hauptbahnhof bundan onbir sene önce yine bu kadar kalabalıktı, yine telaş içindeydi ve orada başlayan ya da biten hayatların ağırlığını yine çelik ve camla taşımaya çalışıyordu, ama bugünkü kadar ışıldamıyordu. Rastladığım ilk cafe’ye girip bir kahve söyledim önce. Pencere kenarında bir masaya oturmuş, kenti gelenlerin ve gidenlerin yüz çizgilerinden, gözlerinden, adımlarından, çantalarından, bakışlarından anlamaya çalışıyor, „Amsterdam yönüne, Berlin yönüne, Münih yönüne“ diye başlayan ve şehre daha henüz gelmiş bile olsam başka şehirlerdeki başka hayat ihtimallerinden haber veren anonsların baştan çıkarıcılığına kapılmadan kahvemi yudumluyordum. O sırada, yıllar öncesinden, sıcak bir Ankara yazının kavrulan asfaltından çıkıp geliveren bir melodi çalındı kulağıma: „Words don’t come easy to me“ çalmaya başlamıştı cafe’de, elinde kırmızı bir gülle sivilceli bir oğlan ilerledi camın arkasındaki kalabalıkta ve ben çocukluğumdan beri oynadiğim oyuna sarıldım: „Şu yaşadığın anı bir daha hiç yaşamayacaksın, bu an şimdiye kadar bu dünyada ne yaşandı, ne de yaşanacak. Şimdi aklında tutabildiğin herşeyi aklında tut ve bu anı hiç unutma!“ Hiç unutmadım da, çünkü anılarımın olmadığı bir şehirde yaşayacaktım. 

Calvino „Görünmez Kentler’de“ kimi kentlerden arzuların, kimi kentlerden anıların kentleri olarak bahseder. Bu metinlerin tuhaf çekiciliği, belki de Calvino’nun anlatımının güzelliğinin, anlattığı kentlerin önüne geçmesidir. Bir cümlenin bitmesine üzülüp, kitabı kapatmış, o cümleyi düşünürken bulur insan kendisini, bazen de durup dururken, birdenbire o kentlerin birinde yaşadığını hisseder, ama sabun köpüğü kadar geçicidir bu duygu, tıpkı Calvino’nun kentleri gibi aniden görünmez olur, uçup gidiverir insanın elinden!.Ama o cümle hep kalır: "Zemrude kentine biçimini veren ona bakan kişinin keyifli ya da keyifsiz olmasıdır.“

Frankfurt benim için bir Zemrude kent olabilir miydi? Ben bu kentte bir gün, Ankara’da herkesin şehir dışına gittiği sıcak bir yaz gününün ortasında yaptığım gibi, kendimi şehrin sahibi hissederek, meydanda bir kafenin sandalyesine oturup boşalmış kente bakarak , Çehov’un yaşlı Firs’i gibi, „Gitmişler, beni burada unuttular,“ diyebilir miydim? Benim bu kentte anılarım olabilir miydi? Bu kent bende arzular uyandırabilir miydi? Bu kentte öldüğümü düşünebilir miydim? Bu kentte, hiç haber vermeden bir gece yarısı kapısını çalabileceğim bir arkadaşım olabilir miydi? Bu kentte bir sonbahar akşamı ne geçmişi ne de geleceği düşünmeden, hayatım boyunca hep orada oturmuşum ve hep orada oturacakmışım gibi bir çay bahçesinde oturup gelip geçen gemileri seyredebilir miydim? Bu kenttte en beklenmedik köşeden aniden karşıma çıkıveren çok sevdiğim bir insanla karşılaşabilir miydim? Bu kentte bir gün benim de anılarım olabilir miydi?
Yoksa?

Insanın tek, bir tek hayatı yoktur. Peşpeşe eklenen 
birçok hayatı vardır ve çektiği acıların sebebi de budur"

Chauteaubriand


Yeni bir ülkede, yeni bir kentte hayatınızın ikiye bölündüğünü hissedersiniz. Ve bu iki parçayı, iki kenti, iki hayatı birleştirebilecek yegane şey kendinizsinizdir. Yeniyi eski ile açıklamak istersiniz önce. Yani demek istiyorum ki, Westbahnhof’ta o otelde kaldığım ilk günlerde, akşamları yorgun argın işten dönüp de balkonda oturduğum zaman bir Ankara kokusu gelirdi burnuma. Çocukluğumun iğde ağaçlarına karışmış leylak kokusunu ta yanıbaşımda hissederdim. Frankfurt’un sessizliğinde, sokaklarının ıssızlığında Ankara’yı ve hiç orada olmayan iğde ağaçlarını bulurdum. Ankara: Bozkırıyla, hükümet kokan geniş caddeleriyle, ciddiyetiyle, renksizliği ile ve ama en çok üç katlı küçük evlerinin sıralandığı birbirinin tıpkısi dar sokaklarıyla Frankfurt’un sessizliğinde yaşıyordu artık. 

Frankfurt’a gelene kadar hayatımda iki önemli şehir vardı. İstanbul ve Ankara. İstanbul sokakların, Ankara evlerin şehriydi. İstanbul güzelliğin ve ihtişamın Ankara ise sadeliğin, mütevaziliğin şehriydi. İstanbul nereden geldiği belirsiz, aniden bastıran bir melankolinin, Ankara ise huzurun şehriydi. İstanbul’da hayat sokaklarda insanın karşısına çıkar, insanın başına gelir, Ankara’da ise hayat evden içeri kabul edilirdi. İstanbul’da ay Boğaz’ın üzerinde beklenen bir şenlikti, Ankara’da ise evinin penceresinden aniden görünüverirdi. İstanbul Led Zeppelin ise Ankara Jethro Tull’dı. İstanbul Polanski ise Ankara Godard’dı. İstanbul aşkın, Ankara arkadaşlığın şehriydi ve Frankfurt Westbahnhof’taki o otelin balkonunda şehrin tüm hücrelerine işlemiş yoğun sessizliği dinlerken, buraya gelmeden önce son yıllarımı geçirdiğim İstanbul’u değil, çocukluğumu geçirdiğim Ankara’yı düşünüyordum. 

Daha sonra Westend’in sessizliği dolmaya başladı penceremden. Rüzgar Lindenstrasse’den ihlamur kokularını taşımaya başladı. O zaman anladım ki içimde başka kentler yaşasa da ben başka bir şehirdeyim. Bana hep Ankara’yı hatırlatan ama kendisi olan bir şehirdeyim.

Ve yine o ıhlamur kokusuya birlikte anladım ki, bana hep gösterilmeye çalışılanı; yani şehrin ortasında bir gün bozulacak bir maket çalışması gibi yükselen gökdelenleri değil, varoluşu tüketimine eşitlenmiş „modern insanın“ mabedi Zeil’in tekdüze dükkanlarını değil, tarihin geri dönülemezliğine, acılarına turistik bir meydan okumadan öteye geçemeyen Römer’i değil, düşünmenin, düşündürtmenin hizmetten sayılmadığı, en iyi yemek yapanın, en çok güldürenin, en çok manipüle edenin ve edilebilenin kazandığı bu karanlık çağın parlayan şehri „Frankfurt’u“ değil, kentin kendi sessizliğinde, bitmek tükenmek bilmeyen yağmurlarında, kızgın gökgürültülerinde sakladığı, kendi kabuğu içinde koruduğu gizli hayatları, Frankfurt am Main-stream’in değil, benim kahramanlarımı anlatan başka bir Frankfurt olacaktı benim arayacağım şehir. Bu şehir Adorno’nun, bu şehir 68 hareketinin, bu şehir efsanevi Suhrkamp’ın, bu şehir iyi kalpli Clara’nın , bu şehir insanlığın utancı bir ghetto’nun, bu şehir Anne Frank’ın, yalnız köprülerin, terkedilmiş avluların, karanlık geçmişini unutmaya çalışan binaların, birbirlerine sığınarak ayakta kalmaya çalışan Bahnhof insanlarının, Leipzigerstrasse’de kendi dilinde „üç kilo domates üç Lira“ diye bağıran göçmenlerin, Moselstrasse’de güneşin saçlarında parladığı soğuk bir kış gününde, derin bir uykuda birbirlerine sokulmuş gencecik iki insanın, Zeil’da kedisi ve kedili torbasi ile oturan kör adamın, Taunstrasse’nin köşesinde eteğini kaldırmış müşteri bekleyen kadının, aynı şehirde yanyana, birbirlerinin varlıklarından haberdar ama birbirlerine hiç dokunmadan yaşadığı şehirdi. 

Evet, kimi zaman acı veren, kimi zaman hayatın ironisi içerisinde eriyip giden bu derin kontrastlarla yaşamaya İstanbul’dan talimliydim ve aylar geçtikçe bu kentin kabuğunu soyup, dokusuna sızmaya başladığımı hissediyordum ama kendimi bu şehre ait hissedemiyordum: Çünkü ben bu şehirde tarihsizdim, benim bu şehirde bir öyküm yoktu, benim bu şehirde oyunlarım yoktu. Ama sabredecektim, çünkü Frankfurt’tan aşk değil arkadaşlık istiyordum. 

Ve bütün iyi arkadaşlar, nasıl yavaş yavaş tanınıp sevilirlerse, nasıl iyi bir arkadaşlık zamanda hiç bitmeyen ve bitmesi istenmeyen bir yolculuk gibiyse bir şehrin kalbine yolculuk da öyle birşeydi. Yavaş yavaş, hiç acele etmeden, kimse karşılamasa da bütün istasyonlarında inerek ve hiç ayırdetmeden bütün köşeleri dönerek Frankfurt’u tanımaya başladım. 

Frankfurt’un bana ilk sürprizlerinden birisi „Frankfurt Okulu’nun“ fiziksel olarak varolan bir binaya sahip olmasıydı. Kaç ay bu binanin önünden geçip de herhangi bir üniversite binasi gibi düşünüp hiç dikkate almadığımı hatırlamıyorum. Ama bir zaman sonra, her cumartesi alışveriş yapmak üzere Westend’den Leipzigerstrasse’ye giderken durup beklediğim trafik lambasinin ellili yılların sonlarında Adorno’nun FAZ’a yazdığı bir mektup sonucu oraya konulduğunu okumamla birlikte binanın da farkına vardım. Adorno „üniversite ile enstitü“ arasındaki caddeden sözediyordu, üniversiteyi biliyordum, zaten her cumartesi içinden geçiyordum, o halde bu enstitü de fazla uzakta olamazdı. Böylece bir cumartesi öğleden sonrasında elimde alışveriş torbaları „Frankfurt Okulu’nun“ merkezinin o hiç bir charm’ı olmayan, sıradan bina olduğunu keşfediverdim! Ama asıl „Adorno Yolu“ oyunumun başlamasına daha zaman vardı:

Türkiye’den gelen arkadaşlarımı genellikle Bockenheim’da geçen yıl aniden kapanıveren bir Tayland lokantasına götürürdüm. Yemekten sonra Kiesstrasse’deki Albatros’ta – Cafe Klemm ya da yeni adıyla Cafe Crumble akşam 20 de kapandığı için – birşeyler içip, Jordanstrasse’de Karl Marx Kitabevi’nin vitrinine bakıp üniversiteden geçerek Beethovenplatz’a gelirdik. Bir akşam Ankara’dan gelen ve felsefe okuyan kardeşimle birlikte üniversiteden geçerken, aklıma birdendire Kettenhofweg’ten geçip ona Adorno’nun evini göstermek geldi. Tam Anfi IV’ün önünden geçiyorduk ki kendiliğinden başladı herşey: 
„Biliyor musun, burası Adorno’nun ders verdiği anfilerden birisi. 1969 da ölümünden birkaç ay önce, üç kız öğrencinin, ders anlatırken sınıfına girip göğüslerini açtığı anfi olabilir hatta ,“ dedim. Kardeşim heyecanlanmıştı. Ama daha „Adorno Gezimiz“ yeni başlıyordu. Yürüyerek Adorno-Lambası’na gelip beklemeye başladık. O zaman bu trafik lambasının öyküsünü de anlattım ona ve hiç ara vermeden „enstitütüyü“ gösteriverdim. Kardeşim çok heyecanlamıştı. Karşıya geçtik, enstitünün önündeki merdivelerde oturduk hiç konuşmadan ve sessizce Senckenberg Müzesi’ni seyrettik bir süre. Soğuktu. Kalkıp her zamanki gibi Beethovenplatz’dan geçmeden Kettenhofweg’e yöneldim bu sefer. Yine hiçbirşey demeden 123 nolu evin önünde durup, karanlıkta zar zor seçilen şilti gösterip „işte Adorno, Amerika’dan döndükten sonra, ölümüne kadar karısı Gretel’la bu evde yaşamış,“ dedim. Kardeşim daha da heyecanlanmıştı. 

Gezimiz bu kez Lindenstrasse’ye doğru yön değiştirmişti. Tıpkı „Frankfurt Okulu“ gibi gözüme sadeliğin arkasındaki derinliğin sembolü olarak görünen „Suhrkamp“ vardı bu kez sırada – tabii ki yıllar geçse de önünden her geçişimde hiç eksilmeyen bir ürperti duyduğum Lindenstrasse 27(*) numarayı göstermeyecektim - Göstermek istediğim, bazen hiçbir neden yokken, hiç yolumun üzerinde bile değilken, sadece bakmak için önünden geçtiğim yayıneviydi. „Adorno herhalde manuscript’lerini buraya getirip vermiştir“ diyerek ve kardeşimin bu „turistik gezi“ vesilesiyle gözlerindeki minnettarlıktan haz alarak , „tabii biraz ileride de Cafe Laumer var: Horkheimer’le orada otururlarmış hep. Ama şimdi kapalıdır orası, yarın sabah gidip kahve içeriz,“ diyerek bu ilk Adorno gezimi tamamladım. Bu „spontan“ programı 2003 yılında Adorno Anıtı ile genişlettim. Yalnız o masanın Adorno’nun gerçek masası olmadığını hiçbir arkadaşıma söylemedim bugüne kadar. Belki de kimse bu soruyu sormadığından, sormak istemediğinden. O ana kadar sadece kitaplardan bildikleri ünlü bir 

(*) Lindenstrasse 27: Nazi döneminde Frankfurt Gestapo Merkezi

düşünürle, karanlıkta, sessizlikte ve en önemlisi birdenbire, yürüdüğü 
sokaklarda, beklediği trafik lambalarında, ders verdiği üniversitesinde, ünlü bir düşünür olarak değil de bir insan olarak karşılaşmanın garip büyüsünü bozmak istemedikleri için belki de. 

Ancak şunu belirtmem gerekir ki yukarıda anlattığım türde bir tarihle içiçelik duygusu ve bunun yarattığı dramatik benim bu şehirle ilişkimdeki istisnai bir durumdan çok, bu şehirle ilişkimdeki ana duygu oldu. Bu şehirdeki kendi tarihsizliğimin yerine şehrin tarihini geçirdim belki de. Eğer bir şehirde hep böyle yaşarsanız elbetteki o şehirde yaşamanın doğal sonucu olan kanıksama duygusunu yaşamazsınız. Hergün, herşeye yeni bir gözle bakabilirsiniz, heykelinin önünden her geçişinizde bir tanıdığınızı selamlar gibi Friedrich Stoltze’yi selamlayabilirsiniz, şehirde yolunuzu uzatıp uzun süredir bir inşaatın yanında kendi hayatını sürdüren Struwwelpeter heykeline bakmaya gider ve her seferinde gülümseyebilirsiniz, şehirde en sevdiğiniz heykeller sıralaması her ay değişebilir ve bütün bunları yaparken şehirle aranızda kimsenin bilmediği bir anlaşma olduğunu düşünüp kendinizi ayrıcalıklı hissedebilirsiniz ve işte tam da bu halinizle hem bu şehre ait hem de bu şehre ait değilsinizdir. Elbette ki şehrin “yeraltıyla”, görünmez olanla geliştirdiğim bu bağ kendi küçük alanlarımı yaratmak icin bir engel teşkil etmedi. Leipzigerstrasse’de, çalışanları, kahve fincanları, duvardaki resimleri ve en çok da müşterileri ve bir top dondurmasının fiatıyla adeta bir tür „Kants ding an sich“ gibi hayatına devam eden küçük İtalyan kafesi, sürekli açılıp kapanan kitapevlerinin gelip geçiciliğine meydan okuyan Karl Marx Kitabevi, onun yakınlarındaki second hand CD dükkanı, avlulara yerleşmiş küçük cafeler, bistrolar, bana öğlen saatlerinde önündeki masalarda oturduğum zaman İstanbul’un Beyoğlu’sunda oturuyormuşum hissini veren Kaiserstrasse’deki Eis Fontanella, kışın Sachsenhausen’a giden köprülerdeki dondurucu, soğuk rüzgar, her sabah aynı fırından aldığım Bärlauchwecken, Lindenstrasse’den gelen ıhlamur kokusu, Beethovenstrasse’nin köşesindeki manolya ağacı, Münchenerstrasse’deki elli yillik Tütüncü Dükkanı, birkaç zamandır sabahlari Kettenhofweg’teki bir berber dükkanından dışarı bağıran papağan, adını bilmediğim küçük parklardaki banklar, cumartesi günleri gidip bir kahve içtiğim, çalışanlarından ya da yıllardır uğrayanlardan hiçbirini tanımadığım ama birbirleriyle ve bu şehirle ortak bağlari olduğunu ve birlikte yaşlandıklarını hissettiğim „Voltaire Club“ herşeye rağmen bu kentin, bu kentteki hayatın devamlılığının sırrı sanki. 

Şimdi sıcak, boğucu bir Temmuz akşamında bütün bunları arka arkaya sıralarken “peki insanlar?” diye soruyorum kendime, insanlar nerede? Bu şehirde bu kadar yıldır yaşarken bu şehire içinden fısıldayarak bile olsa „Frankfurt, Mon Amour!“ diyecek bir Frankfurt’lu tanıdım mı? Tanımadım belki ama hergün aynı yollardan gidip, aynı yollardan evime dönerken kapıların önüne konuluveren ve her seferinde tanımak için geç kaldığıma inandığım hayatlar gördüm. Sperrmüll’den, yani kapınin önüne konulan eşyalardan sözediyorum! Ne zaman ellili-altmışlı-yetmişli yıllardan kaldığını düşündüğüm eşyaları görsem adımlarım yavaşladı. Önce hep „belki eşyalarını yeniliyorlardir,“ diyerek teselli etmeye çalıştım kendimi, ama çoğu kez gördüklerimin bir „son“ olmadığına ikna edemedim kendimi. O ayakları kırılmış masalarda neşe içerisinde kaç noel yemeği yendiğini düşündüm, dökülen sırlarıyla birlikte aynalarda yaşlandığını hisseden yüzler hayal ettim ve bir sabah yine böyle kırık dökük eşyaların arasına sıkışmış, yakası siyah kürklü, rengi çoktan solmuş kırmızı bir manto gördüm. Çok sevilip, çok değer verildiği, eskimiş olsa bile bir türlü atılamadığı o kadar belliydi ki! İçim sızlayarak geçtim önünden, “böyle işte”, dedim, “hayat!” Akşam dönerken diğer eşyalar hala yerindeydi ama manto yoktu, çok sevindim, çünkü kırmızi manto başka bir hayatın yanıbaşında, onu ısıtarak anılarını taşımaya devem edebilecekti. 

Birkaç gün önce ise akşam eve dönerken bir evin önüne üç çerçeveli resim ve eski, ağır bir Olympia daktilo bırakılmış olduğunu gördüm. Resimlerden ikisi renkli manzara resimleriydi sanırım, dikkat etmedim, çünkü üçüncü çerçevenin içine yerlestirilmis siyah beyaz fotoğraftaki yüzü tanır gibi olmuştum. Biraz eğilip fotoğraftaki yüze baktım: Evet yanılmıyordum, Wittgenstein’dı fotoğraftaki yüz ve o da bir daktilo ile birlikte kapının önüne bırakılıvermişti. Wittgenstein’in profilden çekilmiş bir fotoğrafı üç parça halinde çerçeveye yerleştirilmiş ve hemen altına düzgün bir elyazısı ile bir not düşülmüştü. Wittgenstein’ı ve o elyazısını sokakta sperrmüll’e teslim etmeye gönlüm razı olmadı ve eğilip almayı düşündüm, ama çekindim. Sonuç olarak el yazısıyla düşülmüş bir notla birlikte kişisel birşeydi önümdeki „eşya“. Kimbilir belki de fotoğrafın ve daktilonun sahibi, Wittgenstein’ı başkasına vermek değil, hayatından çıkartmak ve çöpe atmak istemişti, alsam sokağa atılmış bir aşk mektubunu alıp, okuyup, saklamak gibi birsey olacaktı bu. Ama öte yandan, ya o çerçevesi çoktan eskimiş fotoğrafın ve o eski daktilonun sahibinin bu değer verdiği şeylerin, bu hüzünlü akıbetinden hiç haberi yoktuysa? Tıpkı o eski ayna, o eski masa, o rengi solmuş kırmızı manto gibi sadece başkaları tarafından kapının önüne bırakılmış „eşyalardıysa“ bunlar. Öyle ya, kimi hayatlardan solgun, kırmızı bir manto, kimi hayatlardan ise çerçevesi çoktan eskimiş ve altına elyazısiyla not düşülmüş bir Wittgenstein fotoğrafı ile bir daktilo kaliyordu geriye. Kırmızı manto sokağa terkedilmekten, ömrünü bir çöp olarak bitirmekten kurtarılmıştı ama Wittgenstein da aynı şansa sahip olacak mıydı? Resme doğru eğildiğim o kısa anda geçti bunlar aklımdan! İnsanların işten döndükleri akşam saatleriydi, yanımdan insanlar geçiyorlardı hızlı adımlarla, o resmi alsam görenler belki de sadece çerçevesi için aldığımı düşüneceklerdi. Peki ya sahibi onlari sadece bir süre icin orada bıraktıysa ve bir süre sonra dönüp alacaksa? Resmi almadım, alamadım, biraz ilerde başka evlerin de önüne bırakılmış eşyalar görünce ertesi günün „sperrmüll“ günü olduğunu anladım ama o fotoğrafı yine de dönüp alamadim. Eve döndüğümde huzursuzdum, o kadar merak etmeme rağmen fotoğrafın altındaki el yazısıyla yazılmış notu da okuyamamıştım üstelik. 

Havanın kararmasını beklemeye karar verdim, tekrar gidecektim o evin önüne ve o fotoğraf hala orada duruyorsa, kimseye aldırmadan alıp eve getirecektim. Bir insanın anılarının çöpe atılmasına gönlüm razı olmuyordu, “o anıların nesnesi bu dünyadaki sözlerine “Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil, diye başlamış bile olsa“ diyerek gülümsedim kendi kendime ve karanlık bastırırken o eve doğru yola çıktım.

Evin önüne geldiğimde gördüm ki şimdi ne olduklarına bakmadığıma pişman olduğum renkli iki resim artık orada değillerdi, geriye sadece Wittgenstein ve daktilo kalmıştı. Wittgenstein’ı aldim, taşıyamayacağım kadar ağır, emektar daktiloya „hoşçakal, leb wohl,“ dedim ve bir hırsız gibi koşar adımlarla oradan uzaklaştım.

„Das Leben der Erkenntnis ist das Leben, welches glücklich ist, der Not der Welt zum Trotz" diyordu elyazısıyla yazılmış notta ve bir doğum günü hediyesi olarak hazırlanmıştı. Kaç yıl önce? On? Yirmi? Otuz? Şimdi neredeydi bu insanlar? 

Ve şimdi o resim masamın üzerinde, karşımda dururken düşünüyorum: Ben, bu soguk gökdelenlerin, kendi düşlerine dalmış arka avluların, şimdi ile geçmişin, geniş caddelerinde hızla akan ama kuytu sokaklarında birdenbire duran zamanın bir arada yaşadığı bu şehrin, „Belle de Jour“ un o çok sevdiğim kahramanı Severine gibi arzular ve anılar arasında gidip gelen bir „doppelleben“ içinde, gerçekliğin, düşün ve fantazinin sürekli yer değiştirdiği o tarifsiz varoluşunu anlayıp sevmeye başlamışım. Tıpkı güzel Severine gibi: Soguk, duygusuz ve uzak. Ama aynı zamanda kırılgan, gizemli ve en önemlisi: sevmeye muktedir! 

Şükran Yiğit

Friday, July 5, 2013

M. Belge

Murat Belge entellektüel hayatimizin köse taslarindandir. Bunu takdir edebilmek icin yetmislerin sonundaki - anti fasist mücadeleyi disarida tutarsak eger -sürdürülen bütün anlamsiz ve kisir tartismalarin icinden gecmis olmak gerekir belki de. Ya da seksenli yillarin sessizliginin korkunclugunda cölde su icmeyi bekler gibi bir 'Yeni Gündem' dergisini beklemis olmak gerekir. Ya da bu ülkede 'Kürt' sözcügünü telaffuz etmenin bile kirk kere düsünüldügü günlerde 'Kürtler veTürkler: Nereden, Nereye' basligini tasiyan bir kitabin ciktigini duyup kosa kosa kitapciya gitmis olmak gerekir. Bazi seylerin, bazi insanlarin bir hatirasi olur. Giderek soluklassa da, bize o insan bazen sanki iki ayri insanmis gibi gelse de o hatira baki kalir.