WITTGENSTEIN’IN YALNIZLIĞI
"Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır."
Italo Calvino, Görünmez Kentler
Güzel bir Haziran günü inmiştim Frankfurt'a trenden tek başına, elimde Boris Vian'in kitabı "Günlerin Köpüğü." Bilmediğim, tanımadığım şehirlere bildiğim, tanıdığım, sevdiğim, sığındığım kitaplarla inmeye başlayalı daha çok olmamıştı.
Bir şehirle tanışmanın tren istasyonu ile başlaması hiç kuşkusuz bir yabancının başına gelebilecek en talihli durumdur. Ne havalanının renksiz, kişiliksiz yüzde yüz resmi anonimliği ne de şehre bir arabayla gelmenin lüzumsuz telaşı. Kente bir ucundan sessizce girersiniz ve ıssız, yalnız, unutulmuş banliyölerden geçerek yavaş yavaş şehrin kalbine doğru ilerlersiniz. Tren giderek yavaşlar, yavaşlar, yavaşlar ve duruverir. Artık o başka bir kent ile aranızda sadece bir kapı vardır. Belki de hafifçe kenara çekilip o kapıyı açmayı bir bilene bırakırsınız ve sonra... çekingen adımlarla trenden inersiniz ve şehre ayak basarsınız.
Küçük bir kasabanın tren istasyonunda indiğinizde ya da o istasyondan sizi götüren bir trene bindiğinizde yolculardan kimin evine döndüğünü ya da kimin evinden ayrıldığını anlamak çoğunlukla zor değildir. Yabancılar kendilerini karşılayan birisi yoksa bir an duraklarlar trenden indiklerinde ve sonra bir kararlılık süsü vermeye çalıştıkları hızlı adımlarla ilerlerler. Oraya ait olanlar ise genellikle kendilerini karşılayacak bir insanın ayrıcalığına sahiptirler. Kimi zaman bilinene, geçici olarak bile olsa geri dönmenin sevinci gözlerinde; heyecanla, kimi zaman ise o küçük kasabaya ebediyen mahkum olmuşluğun umutsuz kırıklığı omuzlarında, ağır ağır yürürler. Ama bunlardan en kötüsü arkanızda bir zamanlar sevdiklerinizi, anılarınızı, çocukluğunuzu, gençliğinizi, sizi uğurlayanları bırakıp da yıllar sonra tekrar döndüğünüz bir istasyonda trenden inip kendinizi o ıssız istasyonda yapayalnız bulmanızdır.
Frankfurt Hauptbahnhof’a bundan onbir yıl önce güzel bir Haziran sabahında indiğimde yakama yapışan hüzün, geçmişindeki o istasyonda, kendisini tek başına buluveren o yolcunun, sözcüklere sığdırılması olanaksız, o ağır kırıklığını taşımıyordu belki, ama arkamda çocukluğumun Ankara’sını, gençliğimin İstanbul’unu, sevdiklerimi, arkadaşlarımı ve içinde hayat bulduğum dilimi bıraktığımı biliyordum. Kitabımı çantama koydum, küçük valizimle trenden indim ve çekingen adımlarla önümden giden kalabalığın, bu yabancı kentin ve belki de hayatın peşine takıldım. O kalabalıkta tıpkı 1932 yılında Frankfurt Hauptbahnhof’a inip de istasyonun „çelikten, camdan ve mermerden yapılmıs girift ve havai güzelliği hakkında ancak Belçika’lı büyük şair Verhaeren’in şiirlerinin fikir verebileceğini“ söyleyen İstanbul’lu Ahmet Haşim kadar yalnızdım.
Frankfurt Hauptbahnhof bundan onbir sene önce yine bu kadar kalabalıktı, yine telaş içindeydi ve orada başlayan ya da biten hayatların ağırlığını yine çelik ve camla taşımaya çalışıyordu, ama bugünkü kadar ışıldamıyordu. Rastladığım ilk cafe’ye girip bir kahve söyledim önce. Pencere kenarında bir masaya oturmuş, kenti gelenlerin ve gidenlerin yüz çizgilerinden, gözlerinden, adımlarından, çantalarından, bakışlarından anlamaya çalışıyor, „Amsterdam yönüne, Berlin yönüne, Münih yönüne“ diye başlayan ve şehre daha henüz gelmiş bile olsam başka şehirlerdeki başka hayat ihtimallerinden haber veren anonsların baştan çıkarıcılığına kapılmadan kahvemi yudumluyordum. O sırada, yıllar öncesinden, sıcak bir Ankara yazının kavrulan asfaltından çıkıp geliveren bir melodi çalındı kulağıma: „Words don’t come easy to me“ çalmaya başlamıştı cafe’de, elinde kırmızı bir gülle sivilceli bir oğlan ilerledi camın arkasındaki kalabalıkta ve ben çocukluğumdan beri oynadiğim oyuna sarıldım: „Şu yaşadığın anı bir daha hiç yaşamayacaksın, bu an şimdiye kadar bu dünyada ne yaşandı, ne de yaşanacak. Şimdi aklında tutabildiğin herşeyi aklında tut ve bu anı hiç unutma!“ Hiç unutmadım da, çünkü anılarımın olmadığı bir şehirde yaşayacaktım.
Calvino „Görünmez Kentler’de“ kimi kentlerden arzuların, kimi kentlerden anıların kentleri olarak bahseder. Bu metinlerin tuhaf çekiciliği, belki de Calvino’nun anlatımının güzelliğinin, anlattığı kentlerin önüne geçmesidir. Bir cümlenin bitmesine üzülüp, kitabı kapatmış, o cümleyi düşünürken bulur insan kendisini, bazen de durup dururken, birdenbire o kentlerin birinde yaşadığını hisseder, ama sabun köpüğü kadar geçicidir bu duygu, tıpkı Calvino’nun kentleri gibi aniden görünmez olur, uçup gidiverir insanın elinden!.Ama o cümle hep kalır: "Zemrude kentine biçimini veren ona bakan kişinin keyifli ya da keyifsiz olmasıdır.“
Frankfurt benim için bir Zemrude kent olabilir miydi? Ben bu kentte bir gün, Ankara’da herkesin şehir dışına gittiği sıcak bir yaz gününün ortasında yaptığım gibi, kendimi şehrin sahibi hissederek, meydanda bir kafenin sandalyesine oturup boşalmış kente bakarak , Çehov’un yaşlı Firs’i gibi, „Gitmişler, beni burada unuttular,“ diyebilir miydim? Benim bu kentte anılarım olabilir miydi? Bu kent bende arzular uyandırabilir miydi? Bu kentte öldüğümü düşünebilir miydim? Bu kentte, hiç haber vermeden bir gece yarısı kapısını çalabileceğim bir arkadaşım olabilir miydi? Bu kentte bir sonbahar akşamı ne geçmişi ne de geleceği düşünmeden, hayatım boyunca hep orada oturmuşum ve hep orada oturacakmışım gibi bir çay bahçesinde oturup gelip geçen gemileri seyredebilir miydim? Bu kenttte en beklenmedik köşeden aniden karşıma çıkıveren çok sevdiğim bir insanla karşılaşabilir miydim? Bu kentte bir gün benim de anılarım olabilir miydi?
Yoksa?
Insanın tek, bir tek hayatı yoktur. Peşpeşe eklenen
birçok hayatı vardır ve çektiği acıların sebebi de budur"
Chauteaubriand
Yeni bir ülkede, yeni bir kentte hayatınızın ikiye bölündüğünü hissedersiniz. Ve bu iki parçayı, iki kenti, iki hayatı birleştirebilecek yegane şey kendinizsinizdir. Yeniyi eski ile açıklamak istersiniz önce. Yani demek istiyorum ki, Westbahnhof’ta o otelde kaldığım ilk günlerde, akşamları yorgun argın işten dönüp de balkonda oturduğum zaman bir Ankara kokusu gelirdi burnuma. Çocukluğumun iğde ağaçlarına karışmış leylak kokusunu ta yanıbaşımda hissederdim. Frankfurt’un sessizliğinde, sokaklarının ıssızlığında Ankara’yı ve hiç orada olmayan iğde ağaçlarını bulurdum. Ankara: Bozkırıyla, hükümet kokan geniş caddeleriyle, ciddiyetiyle, renksizliği ile ve ama en çok üç katlı küçük evlerinin sıralandığı birbirinin tıpkısi dar sokaklarıyla Frankfurt’un sessizliğinde yaşıyordu artık.
Frankfurt’a gelene kadar hayatımda iki önemli şehir vardı. İstanbul ve Ankara. İstanbul sokakların, Ankara evlerin şehriydi. İstanbul güzelliğin ve ihtişamın Ankara ise sadeliğin, mütevaziliğin şehriydi. İstanbul nereden geldiği belirsiz, aniden bastıran bir melankolinin, Ankara ise huzurun şehriydi. İstanbul’da hayat sokaklarda insanın karşısına çıkar, insanın başına gelir, Ankara’da ise hayat evden içeri kabul edilirdi. İstanbul’da ay Boğaz’ın üzerinde beklenen bir şenlikti, Ankara’da ise evinin penceresinden aniden görünüverirdi. İstanbul Led Zeppelin ise Ankara Jethro Tull’dı. İstanbul Polanski ise Ankara Godard’dı. İstanbul aşkın, Ankara arkadaşlığın şehriydi ve Frankfurt Westbahnhof’taki o otelin balkonunda şehrin tüm hücrelerine işlemiş yoğun sessizliği dinlerken, buraya gelmeden önce son yıllarımı geçirdiğim İstanbul’u değil, çocukluğumu geçirdiğim Ankara’yı düşünüyordum.
Daha sonra Westend’in sessizliği dolmaya başladı penceremden. Rüzgar Lindenstrasse’den ihlamur kokularını taşımaya başladı. O zaman anladım ki içimde başka kentler yaşasa da ben başka bir şehirdeyim. Bana hep Ankara’yı hatırlatan ama kendisi olan bir şehirdeyim.
Ve yine o ıhlamur kokusuya birlikte anladım ki, bana hep gösterilmeye çalışılanı; yani şehrin ortasında bir gün bozulacak bir maket çalışması gibi yükselen gökdelenleri değil, varoluşu tüketimine eşitlenmiş „modern insanın“ mabedi Zeil’in tekdüze dükkanlarını değil, tarihin geri dönülemezliğine, acılarına turistik bir meydan okumadan öteye geçemeyen Römer’i değil, düşünmenin, düşündürtmenin hizmetten sayılmadığı, en iyi yemek yapanın, en çok güldürenin, en çok manipüle edenin ve edilebilenin kazandığı bu karanlık çağın parlayan şehri „Frankfurt’u“ değil, kentin kendi sessizliğinde, bitmek tükenmek bilmeyen yağmurlarında, kızgın gökgürültülerinde sakladığı, kendi kabuğu içinde koruduğu gizli hayatları, Frankfurt am Main-stream’in değil, benim kahramanlarımı anlatan başka bir Frankfurt olacaktı benim arayacağım şehir. Bu şehir Adorno’nun, bu şehir 68 hareketinin, bu şehir efsanevi Suhrkamp’ın, bu şehir iyi kalpli Clara’nın , bu şehir insanlığın utancı bir ghetto’nun, bu şehir Anne Frank’ın, yalnız köprülerin, terkedilmiş avluların, karanlık geçmişini unutmaya çalışan binaların, birbirlerine sığınarak ayakta kalmaya çalışan Bahnhof insanlarının, Leipzigerstrasse’de kendi dilinde „üç kilo domates üç Lira“ diye bağıran göçmenlerin, Moselstrasse’de güneşin saçlarında parladığı soğuk bir kış gününde, derin bir uykuda birbirlerine sokulmuş gencecik iki insanın, Zeil’da kedisi ve kedili torbasi ile oturan kör adamın, Taunstrasse’nin köşesinde eteğini kaldırmış müşteri bekleyen kadının, aynı şehirde yanyana, birbirlerinin varlıklarından haberdar ama birbirlerine hiç dokunmadan yaşadığı şehirdi.
Evet, kimi zaman acı veren, kimi zaman hayatın ironisi içerisinde eriyip giden bu derin kontrastlarla yaşamaya İstanbul’dan talimliydim ve aylar geçtikçe bu kentin kabuğunu soyup, dokusuna sızmaya başladığımı hissediyordum ama kendimi bu şehre ait hissedemiyordum: Çünkü ben bu şehirde tarihsizdim, benim bu şehirde bir öyküm yoktu, benim bu şehirde oyunlarım yoktu. Ama sabredecektim, çünkü Frankfurt’tan aşk değil arkadaşlık istiyordum.
Ve bütün iyi arkadaşlar, nasıl yavaş yavaş tanınıp sevilirlerse, nasıl iyi bir arkadaşlık zamanda hiç bitmeyen ve bitmesi istenmeyen bir yolculuk gibiyse bir şehrin kalbine yolculuk da öyle birşeydi. Yavaş yavaş, hiç acele etmeden, kimse karşılamasa da bütün istasyonlarında inerek ve hiç ayırdetmeden bütün köşeleri dönerek Frankfurt’u tanımaya başladım.
Frankfurt’un bana ilk sürprizlerinden birisi „Frankfurt Okulu’nun“ fiziksel olarak varolan bir binaya sahip olmasıydı. Kaç ay bu binanin önünden geçip de herhangi bir üniversite binasi gibi düşünüp hiç dikkate almadığımı hatırlamıyorum. Ama bir zaman sonra, her cumartesi alışveriş yapmak üzere Westend’den Leipzigerstrasse’ye giderken durup beklediğim trafik lambasinin ellili yılların sonlarında Adorno’nun FAZ’a yazdığı bir mektup sonucu oraya konulduğunu okumamla birlikte binanın da farkına vardım. Adorno „üniversite ile enstitü“ arasındaki caddeden sözediyordu, üniversiteyi biliyordum, zaten her cumartesi içinden geçiyordum, o halde bu enstitü de fazla uzakta olamazdı. Böylece bir cumartesi öğleden sonrasında elimde alışveriş torbaları „Frankfurt Okulu’nun“ merkezinin o hiç bir charm’ı olmayan, sıradan bina olduğunu keşfediverdim! Ama asıl „Adorno Yolu“ oyunumun başlamasına daha zaman vardı:
Türkiye’den gelen arkadaşlarımı genellikle Bockenheim’da geçen yıl aniden kapanıveren bir Tayland lokantasına götürürdüm. Yemekten sonra Kiesstrasse’deki Albatros’ta – Cafe Klemm ya da yeni adıyla Cafe Crumble akşam 20 de kapandığı için – birşeyler içip, Jordanstrasse’de Karl Marx Kitabevi’nin vitrinine bakıp üniversiteden geçerek Beethovenplatz’a gelirdik. Bir akşam Ankara’dan gelen ve felsefe okuyan kardeşimle birlikte üniversiteden geçerken, aklıma birdendire Kettenhofweg’ten geçip ona Adorno’nun evini göstermek geldi. Tam Anfi IV’ün önünden geçiyorduk ki kendiliğinden başladı herşey:
„Biliyor musun, burası Adorno’nun ders verdiği anfilerden birisi. 1969 da ölümünden birkaç ay önce, üç kız öğrencinin, ders anlatırken sınıfına girip göğüslerini açtığı anfi olabilir hatta ,“ dedim. Kardeşim heyecanlanmıştı. Ama daha „Adorno Gezimiz“ yeni başlıyordu. Yürüyerek Adorno-Lambası’na gelip beklemeye başladık. O zaman bu trafik lambasının öyküsünü de anlattım ona ve hiç ara vermeden „enstitütüyü“ gösteriverdim. Kardeşim çok heyecanlamıştı. Karşıya geçtik, enstitünün önündeki merdivelerde oturduk hiç konuşmadan ve sessizce Senckenberg Müzesi’ni seyrettik bir süre. Soğuktu. Kalkıp her zamanki gibi Beethovenplatz’dan geçmeden Kettenhofweg’e yöneldim bu sefer. Yine hiçbirşey demeden 123 nolu evin önünde durup, karanlıkta zar zor seçilen şilti gösterip „işte Adorno, Amerika’dan döndükten sonra, ölümüne kadar karısı Gretel’la bu evde yaşamış,“ dedim. Kardeşim daha da heyecanlanmıştı.
Gezimiz bu kez Lindenstrasse’ye doğru yön değiştirmişti. Tıpkı „Frankfurt Okulu“ gibi gözüme sadeliğin arkasındaki derinliğin sembolü olarak görünen „Suhrkamp“ vardı bu kez sırada – tabii ki yıllar geçse de önünden her geçişimde hiç eksilmeyen bir ürperti duyduğum Lindenstrasse 27(*) numarayı göstermeyecektim - Göstermek istediğim, bazen hiçbir neden yokken, hiç yolumun üzerinde bile değilken, sadece bakmak için önünden geçtiğim yayıneviydi. „Adorno herhalde manuscript’lerini buraya getirip vermiştir“ diyerek ve kardeşimin bu „turistik gezi“ vesilesiyle gözlerindeki minnettarlıktan haz alarak , „tabii biraz ileride de Cafe Laumer var: Horkheimer’le orada otururlarmış hep. Ama şimdi kapalıdır orası, yarın sabah gidip kahve içeriz,“ diyerek bu ilk Adorno gezimi tamamladım. Bu „spontan“ programı 2003 yılında Adorno Anıtı ile genişlettim. Yalnız o masanın Adorno’nun gerçek masası olmadığını hiçbir arkadaşıma söylemedim bugüne kadar. Belki de kimse bu soruyu sormadığından, sormak istemediğinden. O ana kadar sadece kitaplardan bildikleri ünlü bir
(*) Lindenstrasse 27: Nazi döneminde Frankfurt Gestapo Merkezi
düşünürle, karanlıkta, sessizlikte ve en önemlisi birdenbire, yürüdüğü
sokaklarda, beklediği trafik lambalarında, ders verdiği üniversitesinde, ünlü bir düşünür olarak değil de bir insan olarak karşılaşmanın garip büyüsünü bozmak istemedikleri için belki de.
Ancak şunu belirtmem gerekir ki yukarıda anlattığım türde bir tarihle içiçelik duygusu ve bunun yarattığı dramatik benim bu şehirle ilişkimdeki istisnai bir durumdan çok, bu şehirle ilişkimdeki ana duygu oldu. Bu şehirdeki kendi tarihsizliğimin yerine şehrin tarihini geçirdim belki de. Eğer bir şehirde hep böyle yaşarsanız elbetteki o şehirde yaşamanın doğal sonucu olan kanıksama duygusunu yaşamazsınız. Hergün, herşeye yeni bir gözle bakabilirsiniz, heykelinin önünden her geçişinizde bir tanıdığınızı selamlar gibi Friedrich Stoltze’yi selamlayabilirsiniz, şehirde yolunuzu uzatıp uzun süredir bir inşaatın yanında kendi hayatını sürdüren Struwwelpeter heykeline bakmaya gider ve her seferinde gülümseyebilirsiniz, şehirde en sevdiğiniz heykeller sıralaması her ay değişebilir ve bütün bunları yaparken şehirle aranızda kimsenin bilmediği bir anlaşma olduğunu düşünüp kendinizi ayrıcalıklı hissedebilirsiniz ve işte tam da bu halinizle hem bu şehre ait hem de bu şehre ait değilsinizdir. Elbette ki şehrin “yeraltıyla”, görünmez olanla geliştirdiğim bu bağ kendi küçük alanlarımı yaratmak icin bir engel teşkil etmedi. Leipzigerstrasse’de, çalışanları, kahve fincanları, duvardaki resimleri ve en çok da müşterileri ve bir top dondurmasının fiatıyla adeta bir tür „Kants ding an sich“ gibi hayatına devam eden küçük İtalyan kafesi, sürekli açılıp kapanan kitapevlerinin gelip geçiciliğine meydan okuyan Karl Marx Kitabevi, onun yakınlarındaki second hand CD dükkanı, avlulara yerleşmiş küçük cafeler, bistrolar, bana öğlen saatlerinde önündeki masalarda oturduğum zaman İstanbul’un Beyoğlu’sunda oturuyormuşum hissini veren Kaiserstrasse’deki Eis Fontanella, kışın Sachsenhausen’a giden köprülerdeki dondurucu, soğuk rüzgar, her sabah aynı fırından aldığım Bärlauchwecken, Lindenstrasse’den gelen ıhlamur kokusu, Beethovenstrasse’nin köşesindeki manolya ağacı, Münchenerstrasse’deki elli yillik Tütüncü Dükkanı, birkaç zamandır sabahlari Kettenhofweg’teki bir berber dükkanından dışarı bağıran papağan, adını bilmediğim küçük parklardaki banklar, cumartesi günleri gidip bir kahve içtiğim, çalışanlarından ya da yıllardır uğrayanlardan hiçbirini tanımadığım ama birbirleriyle ve bu şehirle ortak bağlari olduğunu ve birlikte yaşlandıklarını hissettiğim „Voltaire Club“ herşeye rağmen bu kentin, bu kentteki hayatın devamlılığının sırrı sanki.
Şimdi sıcak, boğucu bir Temmuz akşamında bütün bunları arka arkaya sıralarken “peki insanlar?” diye soruyorum kendime, insanlar nerede? Bu şehirde bu kadar yıldır yaşarken bu şehire içinden fısıldayarak bile olsa „Frankfurt, Mon Amour!“ diyecek bir Frankfurt’lu tanıdım mı? Tanımadım belki ama hergün aynı yollardan gidip, aynı yollardan evime dönerken kapıların önüne konuluveren ve her seferinde tanımak için geç kaldığıma inandığım hayatlar gördüm. Sperrmüll’den, yani kapınin önüne konulan eşyalardan sözediyorum! Ne zaman ellili-altmışlı-yetmişli yıllardan kaldığını düşündüğüm eşyaları görsem adımlarım yavaşladı. Önce hep „belki eşyalarını yeniliyorlardir,“ diyerek teselli etmeye çalıştım kendimi, ama çoğu kez gördüklerimin bir „son“ olmadığına ikna edemedim kendimi. O ayakları kırılmış masalarda neşe içerisinde kaç noel yemeği yendiğini düşündüm, dökülen sırlarıyla birlikte aynalarda yaşlandığını hisseden yüzler hayal ettim ve bir sabah yine böyle kırık dökük eşyaların arasına sıkışmış, yakası siyah kürklü, rengi çoktan solmuş kırmızı bir manto gördüm. Çok sevilip, çok değer verildiği, eskimiş olsa bile bir türlü atılamadığı o kadar belliydi ki! İçim sızlayarak geçtim önünden, “böyle işte”, dedim, “hayat!” Akşam dönerken diğer eşyalar hala yerindeydi ama manto yoktu, çok sevindim, çünkü kırmızi manto başka bir hayatın yanıbaşında, onu ısıtarak anılarını taşımaya devem edebilecekti.
Birkaç gün önce ise akşam eve dönerken bir evin önüne üç çerçeveli resim ve eski, ağır bir Olympia daktilo bırakılmış olduğunu gördüm. Resimlerden ikisi renkli manzara resimleriydi sanırım, dikkat etmedim, çünkü üçüncü çerçevenin içine yerlestirilmis siyah beyaz fotoğraftaki yüzü tanır gibi olmuştum. Biraz eğilip fotoğraftaki yüze baktım: Evet yanılmıyordum, Wittgenstein’dı fotoğraftaki yüz ve o da bir daktilo ile birlikte kapının önüne bırakılıvermişti. Wittgenstein’in profilden çekilmiş bir fotoğrafı üç parça halinde çerçeveye yerleştirilmiş ve hemen altına düzgün bir elyazısı ile bir not düşülmüştü. Wittgenstein’ı ve o elyazısını sokakta sperrmüll’e teslim etmeye gönlüm razı olmadı ve eğilip almayı düşündüm, ama çekindim. Sonuç olarak el yazısıyla düşülmüş bir notla birlikte kişisel birşeydi önümdeki „eşya“. Kimbilir belki de fotoğrafın ve daktilonun sahibi, Wittgenstein’ı başkasına vermek değil, hayatından çıkartmak ve çöpe atmak istemişti, alsam sokağa atılmış bir aşk mektubunu alıp, okuyup, saklamak gibi birsey olacaktı bu. Ama öte yandan, ya o çerçevesi çoktan eskimiş fotoğrafın ve o eski daktilonun sahibinin bu değer verdiği şeylerin, bu hüzünlü akıbetinden hiç haberi yoktuysa? Tıpkı o eski ayna, o eski masa, o rengi solmuş kırmızı manto gibi sadece başkaları tarafından kapının önüne bırakılmış „eşyalardıysa“ bunlar. Öyle ya, kimi hayatlardan solgun, kırmızı bir manto, kimi hayatlardan ise çerçevesi çoktan eskimiş ve altına elyazısiyla not düşülmüş bir Wittgenstein fotoğrafı ile bir daktilo kaliyordu geriye. Kırmızı manto sokağa terkedilmekten, ömrünü bir çöp olarak bitirmekten kurtarılmıştı ama Wittgenstein da aynı şansa sahip olacak mıydı? Resme doğru eğildiğim o kısa anda geçti bunlar aklımdan! İnsanların işten döndükleri akşam saatleriydi, yanımdan insanlar geçiyorlardı hızlı adımlarla, o resmi alsam görenler belki de sadece çerçevesi için aldığımı düşüneceklerdi. Peki ya sahibi onlari sadece bir süre icin orada bıraktıysa ve bir süre sonra dönüp alacaksa? Resmi almadım, alamadım, biraz ilerde başka evlerin de önüne bırakılmış eşyalar görünce ertesi günün „sperrmüll“ günü olduğunu anladım ama o fotoğrafı yine de dönüp alamadim. Eve döndüğümde huzursuzdum, o kadar merak etmeme rağmen fotoğrafın altındaki el yazısıyla yazılmış notu da okuyamamıştım üstelik.
Havanın kararmasını beklemeye karar verdim, tekrar gidecektim o evin önüne ve o fotoğraf hala orada duruyorsa, kimseye aldırmadan alıp eve getirecektim. Bir insanın anılarının çöpe atılmasına gönlüm razı olmuyordu, “o anıların nesnesi bu dünyadaki sözlerine “Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil, diye başlamış bile olsa“ diyerek gülümsedim kendi kendime ve karanlık bastırırken o eve doğru yola çıktım.
Evin önüne geldiğimde gördüm ki şimdi ne olduklarına bakmadığıma pişman olduğum renkli iki resim artık orada değillerdi, geriye sadece Wittgenstein ve daktilo kalmıştı. Wittgenstein’ı aldim, taşıyamayacağım kadar ağır, emektar daktiloya „hoşçakal, leb wohl,“ dedim ve bir hırsız gibi koşar adımlarla oradan uzaklaştım.
„Das Leben der Erkenntnis ist das Leben, welches glücklich ist, der Not der Welt zum Trotz" diyordu elyazısıyla yazılmış notta ve bir doğum günü hediyesi olarak hazırlanmıştı. Kaç yıl önce? On? Yirmi? Otuz? Şimdi neredeydi bu insanlar?
Ve şimdi o resim masamın üzerinde, karşımda dururken düşünüyorum: Ben, bu soguk gökdelenlerin, kendi düşlerine dalmış arka avluların, şimdi ile geçmişin, geniş caddelerinde hızla akan ama kuytu sokaklarında birdenbire duran zamanın bir arada yaşadığı bu şehrin, „Belle de Jour“ un o çok sevdiğim kahramanı Severine gibi arzular ve anılar arasında gidip gelen bir „doppelleben“ içinde, gerçekliğin, düşün ve fantazinin sürekli yer değiştirdiği o tarifsiz varoluşunu anlayıp sevmeye başlamışım. Tıpkı güzel Severine gibi: Soguk, duygusuz ve uzak. Ama aynı zamanda kırılgan, gizemli ve en önemlisi: sevmeye muktedir!
Şükran Yiğit
2 comments:
"Wittgenstein'ı aldım." Zaten hep düşüncelere sığınır düşünür.
burnumun kemiğini ince ince sızlattı bir şehre girmeye dair kısımlar, ankara, istanbul, anılar, zavallılığımız. insan olmak böyle bir şey dedim tekrar, aslında dünya benzerlerimizle dolu ne kadar bilmesek de birbirimizi. bir zaman aynı şehirlerden geçmiş olmak, ankara'yı yorumlamak, anlatmaya kıvranmak ne kadar eksik kalsa da, ağır gelse de.
iyi ki yazmışsın, dilerim yaşamak ağacının buruk meyveleri tatlıdır şimdi biraz.
Post a Comment