Thursday, November 27, 2008

Çatıkatı Aşıkları I : Esiiiin, Esin... Nerdesin?

Herkesin dünyasının bir merkezi vardır, değil mi? Kant için hayatında bir gün bile ayrılmadığı Königsberg, Orhan Pamuk için İstanbul, Paul Auster için New York, Vehbi Bey için kışın içeride, havalar ısınır ısınmaz da dükkânının önüne atıp oturduğu sandalyesi, sayılarla şişirilmiş sanal dünyasından ve koltuğundan güç alan, küçük iktidarından başı dönmüş tek oğlum için otuziki katlı bir gökdelenin yirmidördüncü katı. Benim içinse... Dünyanın neresine gidersem gideyim, dünyanın neresinde yaşarsam yaşayayım, kendimi ruhsal dünyamın başkentinde hissettiğim tek bir yer var: Mutfaktaki şu masa. Hemen pencerenin yanında duran, üzerine o kırmızı, yeşil kareli masa örtüsünü örtmeyi hiç ihmal etmediğim ve neredeyse yirmibeş yıldır akşamları tek başıma oturduğum şu masa. Biliyorum tabii, en az sizin kadar ben de biliyorum: O kırmızının gerçek bir kırmızı, o yeşilinse gerçek bir yeşil olduğu yıllar çok gerilerde kaldı, giderek solgunlaştı renkleri onun da. Ama solgunlaşan renkleri değil midir, bir masa örtüsünü masa örtüsü ya da bir hayatı hayat yapan? Ve işte yaşlılık değil midir bir insanı böyle konuşturan? Sesim genç ama... O hiç yaşlanmadı. Murat da öyle derdi, “Sesin hâlâ aynı,” derdi, inanmazdı yaşlandığıma. “Ah Süreyya,” derdi sonra da, “artık bu kadar seneden sonra gelsen bir türlüüüü, gelmesen bir türlü, öyle değil mi?” Ama ben gittim. Her şeyi göze alıp gittim. Hayatımı bir bavula doldurup gittim. Kimselere haber vermedim, kimselere veda etmedim, “Hakkınızı helal edin” demedim, gittim. Bilsem gider miydim?


Belki kiracılarım olsaydı, hiç olmazsa onlara veda ederdim, yok yok veda etmek değil de, haber verirdim. Ama çatıkatlarının ikisi de boştu o günlerde. Şimdi de boş, arka arkaya çıktılar kiracılar. Bugün dükkânın kapısına bir ilan yapıştırdım. “Yalnız bayan ya da baya (çocuklu olabilir) Arnavutköy’de kiralık çatıkatı. 40 metrekare, kaloriferli. Müracaat içeriye!” diye yazdım bir A4 kâğıda büyük harflerle. İlanı astığımda akşam üzeriydi, herhalde onun için bir soran olmadı bugün. Yarın sorarlar muhakkak. Evet, ruhsuz ruhsuz “bayan” ve “bay” yazdım ilana, kendimden nefret ede ede. Aklınca, kadınların cinsel hayatına dair tahminlere bir tür mesafe getiriyor bayan demek bugünlerde. Ama “yalnız hanım” yazarsam “yalnız bey” de yazmam lazım! O zaman da Vehbi Bey kiracı diye kendime uygun yaşlarda bir bey arıyorum zanneder. Hadi, siyaseten doğru olmaya gayret edip “yalnız kadın” desem, o zaman da sıradan, eften püften bir kiralık ev ilanıyla, hayatında büyük fırtınalar atlatmış da şimdilerde durulmuş insanlar arıyormuşum gibi olacak kiracı olarak. “Yalnız adam” demek hiç olmaz. Ama “Niteliksiz Adam” diyebilseydim keşke. Niye demeyeyim ki? Ne diyordu Ulrich, “Olasılık yalnızca sinirleri zayıf kişilerin düşlerini değil, Tanrının henüz uyanmamış düşlerini de kapsar.”
Peki kadın için ne diyeceğim? Kamelyalı Kadın mı diyeceğim? Yok diyemem öyle... Ama bir dakika... Güneyli bayan diyebilirim. Evet, evet, “Niteliksiz Adam” demişken, bunu göze almışken “Güneyli Bayan” da diyebilirim, hem böylece de bu ilanda toplumsal bir uzlaşma... Abartma Süreyya, hemen abartma!

“Güneyli Bayan ya da Niteliksiz Adam’a (çocuklu olabilir) Arnavutköy’de kiralık çatıkatı, 40 metrekare, kat kaloriferi. Müracaat içeriye.”

Monday, November 3, 2008

Çatıkatı Aşıkları



Yolları Arnavutköy’de bir çatıkatında kesişen üç kişi: Süreyya, Laden, Mercan. Üç farklı geçmiş, üç farklı bellek… Süreyya, şu yaşlılık günlerinde, tam gönlüne göre iki kiracı bulur çatıkatındaki iki dairesine: Güleryüzlü, şefkatli, sıcak kişiliğiyle “Güneyli Kadın” Laden ile soğuk, mesafeli, kapalı yapısıyla “Niteliksiz Adam” Mercan. Üçlü, kah Süreyya’nın kitap-kırtasiye dükkânında, kâh evinde bir araya gelmeye başlar. Bazen iyi demlenmiş bir çay, bazen bir kadeh şarap, bazen Boğaz’ın esintisi, ama hep sırlar, hep bilinmeyenin gölgesi eşlik eder onlara. Süreyya’nın kâbusu haline gelen Berrin Hanım'ın esrarını çözmek zorundadırlar. Bu uğurda içine girdikleri labirentte Berrin Hanım'ın gölgesini kovalarken, kendi tarihlerini, yaşa(ya)madıkları aşklarını, yüzleşmelerini, günahlarını yavaş yavaş bize de fısıldayıverirler

--------------------------------------------------------------------------------------------
Sürayya, Mercan Üzerine:
Bu çocuğun bilmişliği o zaman da hiç rahatsız etmemişti beni, şimdi de etmiyor. Sadece, beni insanlara karşı her zaman zayıf düşüren, zaaf göstermeme sebep olan ve Mercan’ın düşünme biçiminin de anahatlarını belirleyen o örtülü mizah duygusunun keskinliğinden değil bu! Bu bilmişlik beni rahatsız etmiyor, çünkü Mercan’ın ilgilendiği şeyler gerçekten hayatının içinde yeralıyor; onları ciddiyetle, etrafına hiç aldırmadan, doğrudan doğruya hayatına dahil ederek yaşıyor bu çocuk, “Benim hayatım bu,” diyor, “hoşlansanız da hoşlanmasanız da bu!” Ama “bir ansiklopedi maddesi olarak Mercan” kendisi hakkında o kadar az ipucu veriyor ki! Sanki her an cebinde Spinoza’nın Etika kitabı, önüne çıkan ilk otobüse atlayıp gidiverecek gibi yaşıyor. O güne kadar ne yapmıştı Mercan, ne okumuştu, ailesi neredeydi ve neden bir meyhanede garsonluk yapıyordu? Ve en önemlisi nasıl oluyordu da, insan Mercan’a bu soruları soramıyordu? Nasıl oluyordu da, bu sorular dilinizin ucuna geldiği an, birdenbire bu soruların sorulabilecek en saçma sorular olduğu hissine kapılıyordunuz? Nasıl oluyordu da, her türlü varoluş kanıtının tam da bu soruların cevaplarında gizli olduğuna inanılan bir dünyada, bir şehirde, bir çağda, bir coğrafyada, Mercan bir ütopya kadar ironik ve bir insan kadar gerçek durabiliyordu?