Reich-Ranicki ve bir imha aracı olarak eleştiri
"Uwe Johnson ile karşılaşmanızı anlatıyorsunuz. Muhteşem anlatıyorsunuz. Bunu kimse sizin kadar güzel yazamaz. Ama bu, 781 sayfanın sadece beş sayfasını kapsıyor. En içten selamlarımla, Marcel Reich-Ranicki"
Bu sözler, 1995 yılında yazar Günter Grass'a yazılmiş bir mektubun son sözleriydi. Özel bir mektup değildi ama yazılan, Spiegel dergisinde yayımlanmış açık bir mektuptu.
Üstelik herşey bu kadarla da kalmamıştı: Derginin kapağında, edebiyat eleştirmeni Reich-Ranicki, yüzünde böyle zamanlarda görmeye alıştığımız o öfkeli ve kendinden emin ifadeyle, Günter Grass’ın yeni yayımlanan romanını tam ortasından yırtıyordu. Günter Grass, bunun üzerine, Ranicki ile bütün kişisel ilişkisini kestirdiğini bildirdi.
1999 yılında, Grass Nobel Edebiyat Ödülü‘nü aldığında ise, Ranicki hala aynı enerjiyle sürdürüyordu polemiğini:
„Yıllar sonra bir Alman yazarının nihayet Nobel’i alması gerekiyordu. Düşünsenize, ya Walser alsaydı? Benim için çok büyük bir darbe olurdu bu!Ya şu aptal Peter Handke’ye verselerdi? Felaket olurdu! Stokholm’de herşey mümkün… Neyse… Yine de hiç olmazsa Grass’a vermişler!“
„Yıllar sonra bir Alman yazarının nihayet Nobel’i alması gerekiyordu. Düşünsenize, ya Walser alsaydı? Benim için çok büyük bir darbe olurdu bu!Ya şu aptal Peter Handke’ye verselerdi? Felaket olurdu! Stokholm’de herşey mümkün… Neyse… Yine de hiç olmazsa Grass’a vermişler!“
Birkaç hafta sonra Grass, bu adamdan yıllardır çektiğini ama yine de eğlenceli bir ilişkileri olduğunu, çünkü kendisinin Ranicki’nin önemini abartmadığını, adamın medya ve özellikle de televizyon yoluyla bir megalomana dönüştüğünü söyleyecekti.
Almanya’ya ilk geldiğim yıllarda Ranicki ve üç edebiyat eleştirmenin güncel kitaplar üzerine konuştuğu Edebiyat Kuvartet’i ülkede çoktan bir fenomendi. Asmalı Konak’ın yayın gecesi Türkiye için ne ise, bu yetmişbeş dakikalik edebiyat programının televizyonda yayımlandığı geceler de Almanya için o demekti. Edebiyatla ilgisi olan da olmayan da, okuyan da okumayan da merakla bu programı bekler, Ranicki’nin bir gecede göklere çıkartarak meşhur ettiği ya da tasını tarağını, bir daha geri dönmemek üzere toplamasınıtavsiye ettiği yazarların son kitapları hakkında bir fikir sahibi olurdu. Peki kimdi bu Reich-Ranicki? Ve daha da önemlisi nasıl olup da bir tür olarak edebiyat eleştirisini ortalama bir Alman’ın oturma odasına kadar sokup, bir de baş köseye kurulmasını sağlayabilmişti? „Çok sıkıcı“, diyordu Ranicki mesela bir roman hakkında.Yorucu, bıktırıcı, korkunç, zavallı,“bu bir rezalet!“ ya da „bu kitap bize işkence etmek için yazılmış,“ diyordu. Bazıları ise sarsıcı, dokunaklı ve „okuyanın bir daha asla unutamayacağı“ romanlardı. ‚Haz‘ hep anahtar kelimesiydi Ranicki‘nin. Ayrıca ona göre bir romanın karakterleri akıllıolmalıydı.“Eğer romanınızın merkezine aptal bir kişiyi yerleştirirseniz, haliyle bu aptallık bütün romana sirayet eder, „ diyordu Grass’a.
Elbette bu keskin değerlendirmeleriyle, aklında hiç kitap okumak olmayan insanların da merakını uyandırıp, belki de edebiyatı kitlesel bir ilgi alanına dönüştürebiliyordu Ranicki. Evet, saldırgandı! Evet, sözcük dağarcığında ılımlı sıfatlara yer yoktu. Evet, polemikten besleniyordu. Ama hayır! Argümanları kesinlikle asılsız ve kof değildi. Ama sanırım izleyiciyi asıl heyecanlandıran ve her yayında o ekranın önüne oturtan asıl şey, edebiyat alanındaki bilgisini ve otoritesini kimsenin inkar edemeyeceği Ranicki’nin provakatif kişiliğinde ve sözlerinde yeniden kurgulanan edebiyat eleştirisiydi. Yani gücünü argümanlarla desteklese de, seyirlik bir imha aracı olarak kurgulanan edebiyat eleştirisi!
Politik hayatın çok sert olduğu, tartışmadan çok atışma eğiliminin ağır bastığı, farklı politik yapıda olanların aynı fikirde, aynı politik yapı içerisinde olanların ise farklı fikirde olmalarının pek mümkün olamadığı, günlük hayatta ise dostane bir eleştirinin dahi,çoğunlukla bir savunma refleksiyle savuşturulduğu bir görünüm içerisinde geçirdi Türkiyeyıllarını. Hala da çok farklı bir görünüm arzettiğini söyleyemem. Ama sadece toplumsal hayat değil böyle olan. Aynı zamanda popüler anlamda son derece cılız, neredeyse eşin dostun birbirleri hakkında yazdığı, biraz yeşerse de henüz bir geleneği yaratıp yaşatmaktan epey uzak bir edebiyat eleştirisi ortamında yaşanıyor. Örnegin Nobel Edebiyat Ödülü verilen bir yazarın dahi edebi bir gündemden çok politik bir gündemin öznesi haline getirilmesi ne yazık ki pek az insanı şaşırtıyor. Ağzının payını vermenin yada ikna etmek yerine imha etmenin, bir ülkede insanlara neden bu kadar çekici geldiği üzerine söyleyecekleri olan işinin erbabı çok insan vardır muhakkak. Benim söyleyeceğim ise en azindan edebiyat konusunda umutsuz olmadığım. Mesela, belki de memleketten uzakta olduğum için, kitaplarını da çok geç keşfettiğim ve buna üzüldüğüm Nurdan Gürbilek’in, imha kültüründen uzak, dopdolu eleştirilerini okumanın gerçek bir edebiyat hazzı olduğu!